24 Nisan 2024 Çarşamba

Hayallerinizin peşinden çok da şeyapmayın!

 Evveeeeet sevgili okur, 5 senede 1 yazan sevgili yazarınız Oktay geldi...

Öncelikle son dönemde en çok sorduğum soru şu "Ne için yaşıyoruz amk?" evet bu. Ki bak ben bunu hayallerinin çoğunu gerçeğe dönüştürmüş bir insan olarak söylüyorum. Hayallerinizin peşinden koşun, hayallerinizin peşinden koşun diyen o motivasyon konuşmacılarının aksine şunu söyleyeceğim "çok koşacağınız hayalleri bırakın kurmayın" arkadaşlar. Çünkü koş koş bizim de bir ciğerimiz bir ömrümüz var değil mi?

Yaş olmuş 40, hayallerimin çoğu gerçek olsa ne oluuuur, olmasa ne olur? Ömür geçti gitti hayalleri kovalayarak. Peki hayallerim gerçekten beni mutlu eden hayaller miydi diye soracak olursam kendime, cevabı da evet. Yani başka türlü yaşayamazdım ben, başka türlüsü ben olmazdım, başka türlü bir Oktay olacağıma oracıkta ölsem daha iyiydi de, ulan bu hayallere 20'lerde kavuşsam da hayatımı yaşasam, her anın tadını çıkarsam olmaz mıydı? Çok güzel olurdu da, işte o da olmuyor ha deyince. Belki hayallere ulaşmanın kestirme yolları vardı, ben onları bilemedim sevgili okur.

Çok yazmayacağım, zaten 10 tane abonesi olan bir blog burası. Benim kişisel günlüğüm gibi ama çok da kişisel değil gibi. 

Şimdilik bu kadar, eyvallah. 

13 Ocak 2020 Pazartesi

Zaman zaman...

3-4 yıl olmuş yazmayalı. İnsan köreliyor, yazmadıkça. Duyguları da köreliyor,  düşünceleri de köreliyor. Kendini dinlemedikçe, kendini anlatmadıkça kendine karşı sağırlaşıyor. Saçma sapan bir koşturmaca içinde ömür geçip gidiyor. Nasıl geçiyor zaman anlamak mümkün değil. Hop oradayız hop buradayız derken 35 olduk, olduk ne ya, 35 oldum. Hatta bu yıl nisanda 36 olacağım. 36 yıl kendin için ne yaptım, kendim için gece tüm işler bittikten sonra kafamı kaldırdım, gökyüzüne baktım ara sıra. Kapalı havaları sevmiyorum, buz gibi ayaz da olsa yıldızları görebildiğim her gece,, tepede parlayan pırıl pırıl ayın gözümü kamaştırdığı her bir gece, içime çektiğim nefesi anlamlandırıyor. Sadece birkaç güzel dakika... Yaşadığımı anlıyorum, hayat ne güzel diyorum. Evrenin ne kadar da küçük bir parçasıyım.

Bir de güneşin Doğuşu var. Arka bahçedeki  kavak ağacının fonu  lacivertten  kırmızıya geçerken o ana tanıklık etmek. Günde toplam 5 dakika. O da yapabildiğim günler. Toplasan çarpsan bölsen 19 gün ediyor. İlkokul numaram. 36 yılda iyi ki varım dediğim 19 tam gün. O da ettiyse yani...

Ben rüzgarı tenimde hissedebileceğim, her gece birkaç saat gökyüzüne bakıp müzik dinleyebileceğim, okuduğum kitaplardan konuşabileceğim bir 30’lu yaşlar hayal etmiştim. Çok sevdiğim dostlarımla Şarabımı yudumlayacağım gecelerin düşünden düşe düşe red dead oynayıp bira içen, satın aldığı kitapları nereye koyduğunu unutan Oktay’a düştüm. Hayallerine bu kadar yakın olup da hayallerinden bu kadar uzak yaşayan bok gibi bir Oktay. Beni tutan ne var? Beni tutan ne var? Be-Ni tu-tan ne Var? Bugünü not al sevgili Oktay, bugün 13 Ocak.

13 Ocak da önemli bir gündü bir zamanlar benim için. En iyi dostumun Doğum günü. İyi ki doğmuşsun ergenliğimin katili.

24 Ekim 2016 Pazartesi

Çok çok çok uzun zamandır yazmıyorum evet. İnsan, hayatın koşturmacası içine girince, kafasını yorduğu şeyler de değişip standartlaşıyor sanırım. En azından benim için öyle oldu.

Her ne kadar toplumun genelinden oldukça farklı bir yaşam tarzım ve standardım olsa da, ayrıldığım kesimden çok da farklı olmayan bir koşturmacanın ki kendisine hayat gailesi de deniyor, içine düştüm...

Vakt-i zamanında bir abim "İnsanın kendi işi olunca 1 gün çalışmasa zarardan sayıyor." derdi, yıllar geçtikçe onun bu tecrübesinin ne kadar doğru olduğunu da anlamış bulundum. Her ne kadar insan sevdiği işi yaptığında çalışıyor sayılmazmışsa da, insan en sevdiği hobisini işe çevirince hobi de hobi olmaktan çıkıyormuş; onu bana zamanında söylememişler.

Velhasıl memnun muyum hayatımdan? Çok memnunum. Bana göre dünyanın en keyifli işini yapıyorum, ah bir de para almak zorunda olmasam! Tabii ödemek zorunda da olmasam... Marx amcam da haklıymış, insan ne kadar kazanırsa o kadar harcarmış, kapitalizm böyle bir şeymiş...

Koşturmaca içinde olanlar, ne demek istediğimi anladılar sanırsam.

Öperim gözlerinizden...

4 Ocak 2012 Çarşamba

(m)Episto

Bilgi, insanoğlu için bir ışık gibi. Bilgiyi karşısına alan insan; onun, gözünü kamaştırmasından etkilenirken arkasına aldığında uzayan gölgesini görüp kendini olduğundan çok farklı biçimlerde algılamakta, oysa fardan kaçamayan tavşandan çok da farklı olmayarak, bilgiden kaçamamaktadır. Bilginin yüzyıllar boyunca farklı farklı ve neredeyse birbiriyle çelişmeyecek biçimlerde tanımlanması, onun yüceltilmesinden ve karmaşıklaştırılmasından başka bir şey değildir. Oysa insanlık tarihine baktığımızda, bilinen tarih içinde bilginin veya bilme arzusunun, insanı ne doğası olan vahşilikten ne de daha çok bilme arzusundan çok da uzağa götüremediğini anlamak fazla zamanımızı almayacaktır. Yine de bundan vazgeçmeyişinin sebebi, hayatını anlamlandırma çabasıyla kıvranan bu varlıkların, daha fazla bilgiyle hayatını anlamlandıramayacağını anlayamaması mıdır; bu bilme ve anlama arzusunu bastırdığında -ki bu varlıklardan biri olarak, topyekun bastırılabilir olduğunu düşünemiyorum bile- rotasını tüm tarihi boyunca yürüdüğü istikametten çevirmesinin vereceği, karanlığın bilinmezliğinin ürkütücülüğü müdür bilmiyorum.

Piramitlerin kimler tarafından yapıldığına kafa yoran insanın son çıkardığı nanelerin başında sanırım iletişim araçlarının bugünkü son halkası sayılan internet var. İnternetin, ortak bir insanlık hafızası niteliği taşıması, Dünya dediğimiz gezegen içinde döşenmiş kablolar olmasından öte, evrene ya da mutluluğa ne gibi bir katkısı olmuş acaba? Bilme, bilgiye ulaşma, bilgi üretme konusunda bir döngü içine girmiş insanoğlu, geçmişi anlamak ve geleceği bilmek arzusu içinde içsel bir kıvranış yaşamaktan çağlar boyunca vazgeçememiştir. Düşünebilme yetisiyle ayakta kalan, üstelik bunu yücelten, ayakta kalırken neredeyse dünyadaki tüm diğer varlıklara ve yaşadığı gezegene karşı ciddi bir baskı kuran, bu baskıyı da yine kendi kendine ürettiği bilgi ile normalleştiren insan, ne aradığını aslında çok da bilmeden kendi tarihi boyunca süren bir arayış içindedir ve bu arayış onu -anlaşılabilir bir gariplikle- bir adım öteye de götürmemiştir.

Her millet; okullarında kendi tarihini, dünya tarihini öğreterek aslında insana, geçmişle bugünü bağlamayı öğretir. Geçmişi bugüne bağlamayı öğrenen insan, içinde taşıdığı, bilinmezliğe karşı zayıflık ve öğrenme hissiyle, bugünü de geleceğe bağlamaya gayret eder. Bu düşünce sistemi; geçmişi ve geleceği bilmenin, “sonsuz” diye nitelendirdiği ve hâlâ çok da anlayamadığı zaman mefhumu içinde, “şimdi”nin anlaşılmasına yarayacağı düşüncesinden gelir; “şimdi”nin geçmiş ve gelecek arasında bir köprü olarak algılanmasına yol açar ve o, “şimdi”de yaşayarak geçmiş ve gelecek arasında, tam ortada durmaktadır. Bu orta noktada duruyor olma hissi, kendi içinde tutarlı bir bakış açısı olmakla beraber, onu bu kıvranıştan kurtarabilmiş bir bakış açısı  da değildir. Çünkü her geçen an bu noktanın yerinin değiştiğine inanmasının yanı sıra her insanın bulunduğuna inandığı nokta da farklıdır. Sonsuzluğu ister doğrusal, ister iki boyutlu, ister yedi boyutlu tanımlasın, merkezi olarak o “an”ı yaşayan kendisini algıladığı müddetçe bu düşünce sistemi onu, yaşayan insan sayısı kadar merkezi olan bir sonsuzluk içinde hissetmesinden de alıkoyamaz. Kendisinden önce üretilen tüm bilgiye ulaşarak şimdiyi anlayabileceğine inanan insan, bilgiyi yeniden ve yeniden üreterek sonsuzlaştırır ve sonsuza ulaşmak onun için imkansızdır. Oysa tüm bu akışın yönünü basit ama bir o kadar sıra dışı bir algı değişikliği ile değiştirmek mümkündür. Bir bebeğe kendinden önce üretilmiş bilgiyi depolayarak bir sonuca ulaşabileceğini düşündürecek bu sistemden uzaklaşılarak felsefe ve bilim tarihi okutulabilseydi insan denen canlının bin yıllardır çok da değişmeyen temel bazı zihinsel fonksiyonlarla düşündüğünü, bilgi artışınınsa onu daha mutlu etmediğini öğrenebilirdi. Bilim, Mars'a gitmeye ya da ışınlanmaya çabalamak yerine, yani tüm bu bilginin kaynağı olan beynin kendisi dışındaki her şeyi anlamlandırmaya çabalaması yerine; özüne yönelip beynin bir veriyi aldığında onu hangi değişkenlere bağlı olarak nasıl bir fonksiyonla işleyip hangi sonucu verdiğini bulmaya odaklansaydı, muhtemelen daha çok veri girişinin daha çok veri çıkışı anlamına geldiğini ve bunun hem sonsuz hem de özünde kısır bir döngüden ibaret olduğunu; bilginin insanın aradığı şey olmadığını insan, seksen yaşında bir bilge olmadan da anlayabilir, sanırım şimdiye dek bu arayıştan ve kıvranıştan da vazgeçer, kendinden önce değiştirilmiş bilgiyi, bir sanat eseri gibi sadece estetik duygularla öğrenmeye ve sadece estetik duygularla yeniden üretmeye yönelebilirdi.

/Oktay Gülsaçan

19 Kasım 2011 Cumartesi

Hügo vardı ya la bizim zamanımızda, "Çuf çuflayalım" falan derdi bize de o tuş basmazdı!

Bugün bir arkadaşım bana bir soru sordu: "Oktay, sen iyi rol yapan bi' adamsın, öğrencilerine gösterdiğin sevgi gerçek mi yoksa sadece rol mü yapıyorsun?". Bu sorunun cevabını her şeyiyle bilmesi gereken birileri varsa, bu sevginin muhatabı olan öğrencilerimdir aslında. İşte tam şu anda kendi kendime konuşurken, iç sesimin monitöre yansıyan kısmını okuyorsun sevgili insan.

Öğrencilerime iki şey kazandırmaya çalışıyorum: İsim ve fiilleri ayırt etmelerini sağlamak, okuduğu metni anlayıp yorumlamasını sağlamak. Şaka lan şaka, iki dakika cıvımadan duramadım yine. Benim için önemli iki şey:

1. Kendilerini mutlu edecek yaşamı elde etmelerini sağlamak,
2. Karşılık beklemeden sevmeyi öğrenmek.

İnsanın kendisini mutlu edecek yaşamı elde etmesi, esasen kolay bir süreç değil. Mutlu olabilmek, bir yetenek aslında. Bazı insanlar, en boktan durumlarda bile mutlu olabilmeyi başarırlar. Fakat herkesin, onu mutlu edecek bir şeylere ihtiyacı vardır. Boktan durumda mutlu olabilme yetisini kimseye kazandıramam ama boktan durumdan çıkmanın tek yolunun sistemli bir şekilde çok çalışmaktan geçtiğini söyleyebilirim. Evet, hayatın gerçeği bu. İlkin kendimizi mutlu edecek şeyleri belirlemeli, daha sonra bu "şey" her ne ise, onu elde edebilmek için bir plan dahilinde, sistematik bir şekilde çalışmalıyız. Bu elde etme süreci uzun bir süreç. Konuyu daha sonra dağıtırım ama şimdi öze dönelim: öğrencilerim. Bu insanlar bir sınava hazırlanıyorlar, peki bu sınav nedir, hazırlandıkları sınavın hayatlarının neresinde durduğunu gerçekten ne kadar anlayabiliyorlar? Ben o yaşlardayken pek anlamıyordum, kimse de klişeleşmiş "hayatınızın dönüm noktası" lafından öteye bir şey anlatmadı, anlatsalardı anlar mıydım, dinler miydim onu da bilmiyorum ya neyse.

Maalesef ülkemizin bir gerçeği var, sınav sistemi. Yalnızca sınava değil, kurulu pek çok düzene ne kadar karşı olduğumu bilen bilir. Peki bu karşı duruş ne değiştirdi, diye soracak olsanız cevabım "Şimdilik hiçbir şey!" olur. Sevgili eğitim sistemimizle gencecik insanların güzelim beyinlerinin yorum yapabilme, üretme yetisinin köreltilmesi bir yana, bir de bu insanların üstünde ciddi baskılar oluşturulması, gençliklerinin piç edilmesi gerçeği var. Yahu 7 yaşından başlayıp bir insana evirip çevirip aynı şeyleri anlatmanın, 4/5 seçeneğe sıkıştırılmış tercihler yapmaya alıştırmanın, yarış atı misali yaşıtlarını rakip gördürmenin toplumumuza ve insanlığa nasıl bir faydası olabilir ki? Ben bir faydasını görmedim, göreni de görmedim. Peki benim görmemem ya da bunun da ötesinde benim buna karşı çıkmam neyi değiştiriyor? Cevabım yine aynı: "Şimdilik hiçbir şey!".

İnsanın nasıl mutlu olacağını bilmesi, öğrenmesi gerekiyor. Üniversite okumak ve istediğin mesleğe sahip olmak, ağlasak da zırlasak da tepinsek de ülkemizde bir yoldan geçiyor: bugünkü adıyla YGS/LYS, eski adıyla ÖSS, eskiden ÖYS'ydi falan. Öğrencilerim için böyle, bir sonraki adımda bir kısmı KPSS denen bir sınavla karşı karşıya kalacak ki üniversite sınavından bile saçma. Tarih öğretmeni olacak kişiye fonksiyon, işletmeciye isim tamlaması falan soruyorsun... Gider bu! Öze dönelim yine, bu sınava biz girdik, öğrencilerim de girecekler. Başka pek bir yolları yok, idealleri eğer bir üniversitenin kapısından geçiyorsa eğer, seve seve yapmazlarsa söve söve girecekler yapacaklar bu işi. Yapmalılar! O hâlde durumun ne olduğunun farkına varmalılar en acilinden!

Evet, şimdi biz bu sınava gireceğiz, idealimizde üniversiteye girmek varsa, yolumuz bu. Gerekli gereksiz bir sürü şeyi yalayıp yutup bizden istediklerini onlara vereceğiz. Bu imkansız değil. Fakat onlar da biliyorlar ki bu yolu bir kısım insan başaracak, bir kısmı başaramayacak. Dirayetli olan, farkında olarak ya da olmayarak onlara istediğini veren, varsa, hayaline bir adım daha yaklaşacak. Yazımın en başında dedim ya, hayali gerçekleştirmenin bir yolu var: "Bir plan dahilinde, sistemli biçimde çok çalışmak!" İşte bu sadece bu dandik sınav için geçerli değil, bu hayatta her zaman karşımıza çıkan şey. Bir şey istiyorsak, çalışacak ve alacağız. Almanın garantisi yok evet, bu sizin almak için çizdiğiniz yolun doğruluğuna, sizin çalışma performasınıza ve hayatın size getirdiklerine de bağlı. Fakat şunu biliyorum, istediğimizi almanın garantisi yok ama almamanın garantisi var: gereklilikleri yerine getirmemek. İşte benim güzel öğrencilerimin bulundukları konum bu. Sistemin gerekliliklerini yerine getirdikleri ölçüde istediklerini elde edecekler. Bunun farkına ne kadar erken varırlarsa o kadar çabuk yaklaşırlar hayallerine. Bu nedenle çıktıkları bu yola profesyonelce yaklaşıp bunu bir iş olarak görmelerini istiyorum. Çok mu şey istiyorum gencecik insanlardan bilmem, ama bu davranışı sergileyenler kazanır onu biliyorum. Bu, yapılması gereken bir iş, o hâlde en iyi şekilde yapalım ve istediğimizi alalım. Bugün bir kısım öğrencim üzüldü, moralleri bozuldu, içinden veya dışından göz yaşı döktü, suratını astı istemsizce... Bir kısmı da sitem etti, küfür edenleri saymıyorum bile :) Bugün ağlasınlar, bugün ağlamazlarsa bu nisanda, önümüzdeki nisanda, daha sonrakilerde... Kısaca hayatlarının geri kalanında çok asarlar suratlarını. Eninde sonunda öğrenirler ya, ne kadar erken öğrenseler o kadar iyi yaptıkları işi iyi yapmaları gerektiğini. Onlara bu seneyi yaşamayın demiyorum, tam tersine onlara "Bu seneyi hakkını vererek yaşayın!" diyorum. Bu senenin hakkı, gelecekleri için bir şey yapmak çünkü!

Gelelim madde 2'ye. Neydi ki? Karşılık beklemeden sevmek. Hani kendi kendime sordum ya, benim bu düşüncelerim neyi değiştirdi, diye, cevabım da "Şimdilik, hiçbir şey" olmuştu hani... Şimdilik diyorum, çünkü şimdilik! Bu sevgisiz, bu rekabetçi, bu kötü ve acımasız sistemi değiştirmenin tek yolu var: sevmek! Ve sevmeyi bilen insanların bir yerlere gelmesi gerekiyor ki onlar da sevgiyle iş yapabilsinler. Sevgi çoğalsın, hayat bayram olsun falan.

(Konuya nereden giriş yaptım, nasıl bağladım bak hele şimdi iyi izle sevgili okur.)

Evet iyi rol yapan bir adamım, fakat öğrencilerime sevgim rol değil, sonuna dek gerçek. Onları seviyorum, sevdiğimi de göstermeye çalışıyorum. Bu en başta beni mutlu ediyor. Çünkü onlar hâlâ masum. İlerde sevgisiz insanlar olurlarsa, bu benim de kabahatim olur. İnsan bilmediği şeyi nasıl uygular? Çok zor! Ben de zor yoldan öğrendim "sevmeyi". Ama bunda öğrencilerimin kabahati yoktu, onlar yoktu bile biz o yollarda sürünürken. Onlar hâlâ masum! Bu yüzden seviyorum işte, sonuna kadar hem de. Sevgilimden çok sevdim öğrencilerimi, ailemden çok... Benim kardeşim oldular, oğlum, kızım, arkadaşım, dostum yeri geldi sırdaşım oldular. Hepsinden de çok şey öğrendim aslında. Öğrenmeye de devam edeceğim. Ve hiçbir şey beklemedim kendim için. Sadece onlar ve dünya için iki şey istedim: "Mutlu olsunlar, mutlu etsinler!" Çok çalışsınlar, çok sevsinler.

Bir trene bindim ben, edebiyatı pek severdim, edebiyat okudum. Öğretmen olmak gibi bir niyetim yoktu. Ama bir zaman geldi "bu iş nasıl yapılmaz"ı gördüm, düşündüm, elimden geldiğince tamamlamaya çalıştım eksik gördüğüm şeyleri. Bize sevgi vermedi öğretmenlerimiz. Dedim, bu iş böyle yapılmaz. Giriştim! İdealim bu değildi, bulunduğum noktada da çok uzun yıllar kalmak değil hayalim. Bu bir itiraf değil, çünkü şu an yaptığım şeyden, bulunduğum konumdan çok memnun ve mutluyum. Bundan 10 sene önce bindim ben bir trene, trene bindiğim zaman "Yanlış mı bindim lan acaba?" demişliğim var evet, fakat yanlış binmemiştim. Bir şekilde bu noktaya geldim ve bugün olduğum nokta, bugün tam da olmam gereken ve beni mutlu eden noktadır. Fakat bir zaman sonra da aşmam gereken bir nokta. Aşmak için, tıpkı öğrencilerimden beklediğim gibi, benim de sistemli ve planlı bir şekilde "çok" çalışmam gerekiyor. Çalışıyorum da... Hayallerimi yakalarım yakalamam bilinmez, ama koşmazsam yerimde sayarım, sevmezsem mutsuz olurum, o bilinir işte.

Saygılar, sevgiler.

Oktay Gülsaçan

6 Haziran 2011 Pazartesi

"Nasılsın?"

Nasılsın okur? Nasılsın arkadaşım? Nasılsın X? Nasılsın?

Önemli sorular bunlar. Sana soran biri/birileri var mı bilmiyorum. "Naber?" demiyorum bak. Naber sorusunun cevabı "İyi yea n'olsun"dur çünkü. Geçiştirme soruya geçiştirme cevap işte. Hal hatır sorduk mu, sorduk. Şimdi konuşabiliriz. Dinlemek zorunda değiliz. Sadece konuşalım. Konuşmak fiili her ne kadar kökünü kullanmasak bile işteş çatı lan, bunun bi' farkına varmak lazım. 5 yaşındaki çocuklar gibi neden kendi kendimize konuşuyoruz daima? Bir uğultu var, herkes kendinden konuşuyor. Herkes anlatıcı olmuş, dinleyen hani?

En son ne zaman biri bana "Nasılsın?" diye sordu hatırlamıyorum. Şu bloğu okuyan 3-5 kişi, eminim her gün laklak ettiğim nicesinden daha çok biliyor nasıl olduğumu. Çünkü burada da anlatan benim işte. Sizi tanımıyorum ki. Ama siz beni tanıyorsunuz.

Gerçek hayatım da tam tersi işte. Ben pek çok kişiyi tanıyorum, tanımaya çalışıyorum, anlattırıyorum, dinliyorum, gerçekten nasıl olduklarını merak ediyorum. Konuşuyorum da, anlatıyorum da... Ama kendimden konuşmuyorum. Çoğunlukla konuşmak istemediğimden... Çünkü soran yok, "gerçekten soran" kimse yok. Bunun sonucunda da senin beni tanıyıp benim seni tanımadığım gibi, çevremde tanıdığım ama beni tanımayan tonla insan oluyor. İletişimsizlik böyle bir şey mi?

Sorun bende mi lan? Olabilir. Niye nasıl olduğumu sormaz ki 1-2 çok özel insan dışında kimse? Onları çok özel kılan şey de aslında bu soruyu sormaları. Bu soruyu gerçekten sormaları. Değerini bilmek lazım okur. Bu soruyu samimice soranların değerini bilmek lazım. Sen tanıdın ya beni artık, şimdi söyle bakalım, sen nasılsın?

Ps. Yorumlarınızı denetlemede bekletmişim uzun zamandır, bunun için özür dilerim.


23 Mayıs 2011 Pazartesi

:/

Uzun zamandır yazmadığımın farkındayım, aslında yazıyorum da, hep kafama... Yok yok, aman beni merak etmişsinizdir falan triplerinden değil, yazmanın benim için bir ihtiyaç olmasından dolayı söyledim bir önceki cümlemi.

Bir süredir yazmıyor olmam, içimin yavaş yavaş yavaş şişmesiyle neticelendi. Şu an yazmak istediğim o kadar çok şey var ki, bu bile başlı başına yazmamı engelliyor, kafamı toparlayamıyorum, yazmaya bir başlarsam daldan dala atlayıp ortaya hiçbir anlam ifade etmeyen bir yazı çıkaracağımdan eminim.

Yalnızlıktan sıkıldım. Evet, bu kadar net söyleyebiliyorum bunu. Ama hayatımda birini istiyor muyum? Hayır. Yani aslında korkuyorum. Hayatımda şu an biri olması için hiç doğru bir zaman değil. Bu zamana dek tecrübelerimden edindiğim kadarıyla, bir kadın benim hayatımda sadece "alıcı" olarak yer alır. Gönül ister ki hayatı paylaşabilelim, o da bana şu geçirdiğim zorlu süreçte destek olsun falan. Destekten kastım asla yön vermek, taşımak falan değil. Ama ne istediğimi yazmayı etik bulmuyorum, ne istediğimi söylemeyi de etik bulmadım hiçbir zaman.

Bu yüzden zor bir insan olduğum söyleniyor genellikle. Nereden bilecekmiş karşıdaki, benim beklentilerimi? E bildikten sonra bi' anlamı yok zaten, o sadece kendi gibi olsun, içinden geçtiği gibi davransın, neticede ben mutlu oluyorsam zaten o ilişki doğru bir ilişkidir değil mi sevgili okur? Yanlış mı düşünüyorum. Ama ne istemediğimi biliyorum. Şu an beni yıpratma ihtimali olan, özensiz hiçbir şeyi istemiyorum hayatımda. Beni yıpratan yeterince şey varken ne gerek var di mi? Ama öte yandan da yalnızlıktan sıkıldım valla. Dolayısıyla aşağısı sakal, yukarısı bıyık olmuyor mu? Oluyor.

Böyleyken böyle işte...

13 Ocak 2011 Perşembe

Msn falan

Şimcik, son zamanlarda yaşadığım bariz sıkıntıdan bahsedeceğim: MSN'de meşgullük sorunsalı.

Çok sevdiğim arkadaşlarım, kardeşlerim, dostlarım falan var. Çok değiller azlar, ama bu ara kendilerinin sınır tanımazlığı beni çileden çıkarıyor. Hadi yıllardır msn'i "meşgul" kullanırım, sebebi cıbırınk cıbırınk diye ötmesini istemediğimden başka bir şey değil. Bir şey okumaya çalışırken falan cart diye o pencere çıkıyor falan hoş olmuyor.

Gel gelelim, son 2-3 aydır ciddi bir yoğunluk içerisindeyim. Hani öyle böyle değil. bakmayın bu bloğu yazdığıma, bir taraftan da projeyi düşünüyorum falan. Yalnız kalıp kendi kendime düşündüğüm, kısacası dinlendiğim zamanlar bu zamanlar. Hah işte tüm sevdiklerime, bu sürecin başındayken, "Bakın güzel insanlar çok yoğunum, vay efendim mesajıma cevap vermedin, msn de yazmadın bilmem ne diye atar yapmayın, bu süreç böyle nolur anlayış gösterin bana, hani kızsanız kırılsanız üzgünüm ama düzeltmek için ayıracak zamanım yok" minvali laflar ettim. Bu lafı duyan güzide arkadaşlarımın hepsi "Aaaaaa olur mu hiç, sen çalış tabii, biz senin hep yanındayız" bıdı bıdısı yaptı. Neyse, msn'i meşgule aldık eskisi gibi, e arada yazanlar oluyor tabii, sonra -ki normalde ileti yazmam- "gerçekten meşgulüm", "ben size yazmadan yazmayın" falan gibi ricalar etmeye başladım. Yok, önünü kesemedik.

ileti: "arkadaşlar cidden meşgulüm, veri transferi için açık, lütfen yazmayın"
gelen mesaj: "çok mu meşgulsün?"

ileti: "bir şey okuyorum ama aynı zamanda biriyle konu hakkında görüşmem gerek sesli chat için online'ım"
gelen mesaj: "naban?"

ileti: "arkadaşlar ben yazmadan yazanı, üzülerek de olsa siliyorum"
gelen mesaj: gerçekten siler misin?

ileti: "durumum meşgulse: yazma, titretme, dokunma! Bunları yapıp da sonra silinince "bu kadar mıydı" deme, evet bu kadar.
gelen mesaj: meşgulsün
yazarım
titretirim

Evet, hani az samimi arkadaşım var dedim en başta. Bu mesajların çoğu onlardan geliyor. Bir şey yazıyorum misal, konsantre olmuşum, ama msn'in de açık durması lazım. Veri transferi yapıyorum belki, ya da bir şey yazıp çizerken arkadan sesli chatle işleri hızlandırıyorum. kapatamıyorum yani, kapatabilsem çevrimdışı takılırım böyle zamanlarda. E yazmışım oraya da meşgulüm hakkaten diye. Niye yazıyorsun? bak meşgulüm abi, bu kadar anlaması zor mu? hayatımı kurmaya çalışıyorum, çok zor bir dönemdeyim, çok çalışıyorum, sabah 5'e kadar çalışıyorum bazen, sabah 8'de kalkıyorum. Meşgulüm yani anlamıyor musun? Neden çalışmama engel oluyorsun ki? Bu nasıl sevgi, bu nasıl arkadaşlık ya da dostluk?

neyse, aynından telefonda da var. Şimdi telefonda mesaj yazmak bildiğin işkence. Yıllardır da sevmedim, sevemedim. Ama ekonomik sıkıntılar falan bazı zamanlar kullanıyoruz tabii. Ara söyle yani, yaz gönder, oku, yaz 3 dk'lık muhabbet için 15dk harca. ve mesaj yazarken ya da okurken başka hiçbir şey yapamıyorsun misal. Eh biliyorsun meşgul olduğumu, her defasında söylüyorum, mesajına cevap vermeyeceğimi de söylemişim, cevap vermiyorum da. Buraya kadar sıkıntı yok bana göre. Sonra misal boş bi 10 dk oluyor mesela, cevap veriyorum. Bi' sitemler bi' tavırlar atarlar... E hani sen benim yanımdaydın ben cevap vermesem de? onca işimin arasında 10 dk ara vermişim, moral motive falan olayım diye, arada da sana cevap vermişim, yakalamışken sikicen moralimi, aferin.

Bitti mi? Bitmez... Ciddi uyku sorunum var, hani 5'e kadar niye çalışıyorsun zorun ne, diyeniniz olabilir. Beyin durmuyor. hani 3-4 gibi yatınca da uyuyamıyorum. hatta bazen deli gibi yorgun oluyorum, erken yatıyorum, yok düşünmekten uyuyamıyorum. geçen gece yine çok yorgunum falan, 4'te yattım. tam böyle uykuya daldım, abuk subuk 387287367613 şeklinde bi' numara aradı. Oha dedim ne bu, açtım.

- Efendim
- (burada bişeyler dedi hatırlamıyorum)
- Pardon çıkaramadım? Kimsiniz?
- Sen benim kim olduğumu nabıcan bıdı bıdı bıdı...
- manyak mısın gecenin bu saatinde kimsin?
- Ya nabıcan
- siktir git.

Az sonra yine çalar telefon falan, yine benzeri diyalog, küfreder kapatırım. sonra bi daha bi daha... Nihayetinde telefonu kapamak zorunda kaldım. Ama uykum da kaçtı. haydaaa... uyuyabildiğim 3-4 saati piç ettin. Sonra sabaha karşı uyumuşum, ama ne oldu biliyor musunuz? Sabahki toplantıma uyanamadım telefonu kapattığım için!

Aaa arayan kim miymiş? kardeşim dediğim, pek sevdiğim biri. İnsanlar dalga geçtiğimi mi sanıyorlar? hakikaten çok yoğunum, evet görüşemiyorum, ilgilenemiyorum, ihmal ediyorum falan. Ama bu süreci söyledim, e nedir gece 5'te arayıp saçmalamak? Sen şimdi benim dostum mu oluyorsun bunu yapınca? yooo olmuyorsun işte. Osmanlının taktiği bu, düşmanı uyutmamak di mi? yanlış da hatırlıyor olabilirim amavardı böyle bir savaş taktiği. gece boyu düşmanı taciz edip motivasyonunu bozmak! E bak adam düşmanına yapıyor bunu, sen abim dediğine, dostum dediğine yapıyorsun.

Ne yapmam lazım bu insanların anlaması için bilmiyorum? Bilen varsa beri gelsin. Ama msn adresimi değiştirmek istemiyorum, msn adresi değiştirip saklanacağıma, iki yüzlü olacağıma, ben seni sildim abi, demek daha etik geliyor. en azından saygılı bir davranış.

15 Aralık 2010 Çarşamba

17.08


Seni ölümsüz kılan ruhun değil, duaların değil, Tanrı’n hiç değil.

Kelimelerin, hatıraların, dostların, değil; çocukların değil. Seni ölümsüz kılan şarkılar değil, kıyafetlerin değil, kokun değil. Bir kadeh sek votka mı? Asla! Seni ölümsüz kılan bir çift küpe, bir gümüş kolye değil, vücudumdaki bir yara izi olması mümkün değil. Bir manzara değil seni ölümsüz kılan, bir ağaca kazıdığın adın, yürüdüğün yollar, oturduğun koltuk, yattığın mezar değil. Mezarının üstünde açan çiçek değil, onu oraya diken adam, su veren eller değil! O mermerdeki siyah mürekkep deği

l!

Seni ölümsüz kılan benim be kadın benim!


Vura vura duvarları

kırmızıya boyadığım kafamın içindeki beynim seni ölümsüz kılan! Hamur gibi yoğurduğun düşüncelerim seni ölümsüz kılan! Bitiremediğim kanımı pompalayan kalbim! İlk defa ikisi bir konuda uzlaştı net: “Sen ölemezsin...". Ne varsa senin öldüğüne delalet, onun düşmanıdır benim beynim; sınırlar koyar, almaz onları içeri. Kafatasım bunun için var. Bunu sen de böyle kabullensen iyi olur, seni ölümsüz kılan benim ve sen beni öldürmeden ölemezsin!

14 Aralık 2010 Salı

Hepsi Sana: Ankara

Ankara, adını her duyuşumda burnumu sızlatacak bir isim. Beytepe’ye düştüğümde her türlü hastalıklı düşünceye açık, erken doğmuş bir bebektim, Beytepe bana kuvöz olmuştu; hemşirelerim dostlarım. Eryaman çocukluğum oldu, Sakarya ergenliğim. Ümitköy gençliğim, Çankaya yetişkinliğimdi.

Ankara’ya adım attığım an bir hiçtim; sık sık dile getirdiğim hayatıma sıfırdan başlayışım; geçmişime dair her şeyimi terk edişim… Bomboştum. Bu şehrin griliğine sarıldım uyurken, soğukluğunu örttüm üstüme. Bir şişe votka eşliğinde kazandım en iyi dostlarımdan birini, bir yurt odasındaki tahta masada içerken. Onlarla doldurdum boşluğumu, yeniden yarattık beni adım adım. İnce ince dokuduk. İnsanlar değişmez derler ya, belki bazı şeyler değişmez ama; geçmişinden biri seninle oturup çay içtiğinde seni tanıyamıyorsa yeterince değişmişsindir. Ankara benim evrimimdi, reenkarnasyonumdu.

Başka şehirlerde yaşayanlar, bilhassa İstanbul ve İzmirliler Ankaralının Ankara’ya düşkünlüğünü asla anlayamazlar. Bu yazıyı okusalar da bir nebze olsun anlamayacaklar biliyorum. Bu yazım zaten Ankara’ya benim, Ankaralıya. Bu gri kentin doğal bir güzelliği yok evet; bir Boğaz’ı, bir Kordon’u yok, şahane bir manzarası yok dışarıdan bakan için. Bu şehir soğuk, bu şehir gri, bu şehir yabani. İşte tüm bunlar onu güzel kılar. Boğaz’da kiminle oturduğun önemli değildir çünkü; Kordon’da kiminle içtiğin, Bornova’da kiminle sabahladığın. Güzel bir yemeği nerede yediğinin bir önemi yoktur; ama kuru bir ekmeği, demli bir çayı güzel yapan kiminle sofraya oturduğundur. Ankara’da doya doya bakacağınız bir şey yok, bu yüzden konuşurken gözlerinin içine bakarsınız insanların. Ankara insanı neden hemen ısınmaz biliyor musunuz? Gözlerinizin ardındaki gerçek sizi hemen görür o. Alışık değilsinizdir siz buna, biz sizi sözlerinizden değil gözlerinizden okuruz. Renkli muhabbetleriniz, eğlenceli aktiviteleriniz sizi birbirinize yaklaştırır belki, biziyse bakışlar. Siz bakışlarınızı kaçırdıkça dünyanın en mükemmel tablosunu da çizseniz sözlerinizle, Ankaralı yabancı gibi davranır size. Ve bir Ankaralı sizinle aynı masada oturup suratınıza bakmıyorsa bilin ki yeterince bakmış, göreceğini görmüştür. İşte bu kenti güzel kılan, o bozkırın sertliğidir. Gündüz kavururken gece buz kesmesidir. Her an tetikte tutuşudur. İnsanını da kendine benzetir. Bu şehir, insansız çekilmez, bu yüzden her karesinde başka birinin, başka bir anınızın sıcaklığını görürsünüz. “Tüm bunları x şehrinde de yapıyorum ki ben” diyebilirsiniz belki, afedersiniz ama nah yapıyorsunuz derim ben de size. Dedim ya, anlayamayacaksınız, bu yazım Ankaralıya…

Bu mevsimde o beton dediğiniz şehre yağan kar, gökyüzünü kıpkırmızı yapıyor, karın kokusunu çekiyorsunuz içinize. Burnunuzdan ciğerlerinize dolan kar havasında bir sigara içmek, sıcak bir yer bulup dostlarınızla çay içmek. Camdan dışarıda yağan kara bakmak belki zevkli olabilir yalnızsanız; ama karşınızda beresiyle, atkısıyla, eldiveniyle oturan kişinin görebileceğiniz tek yeri suratıdır, gözleridir, dudaklarıdır. Ankaralı güzel bakar adamım; renkli gözleri olmasa da… Ankaralı güzel konuşur.

İlkbahar’da yine güzeldir, yazın yine güzeldir, sonbaharda tadından yenmez… Sonbahar bu şehrin karakterini en iyi göz önüne seren mevsimdir bence. Tek tek anlatmak lüzumsuz; yaşayan zaten bilir, yaşamayan benim kalemimle anlamaz.

2009’da apar topar terk ettim orayı, yeniden başlamak için. Ama hayır bu kez geride bırakamadım yaşadıklarımı; İzmir’e bir hiç olarak gelmiştim, içimi dolduran şey İzmir olmadı, Ankara özlemi oldu. Demiştim ya yazımın başında, “Beytepe’de doğdum ben” diye, Çubuk yaşlılığım oldu, Hamamönü’nde öldüm ben.


Ps. Video için Ahmet Mızrak'a teşekkürler.