Bilgi, insanoğlu için bir ışık gibi. Bilgiyi karşısına alan insan; onun, gözünü kamaştırmasından etkilenirken arkasına aldığında uzayan gölgesini görüp kendini olduğundan çok farklı biçimlerde algılamakta, oysa fardan kaçamayan tavşandan çok da farklı olmayarak, bilgiden kaçamamaktadır. Bilginin yüzyıllar boyunca farklı farklı ve neredeyse birbiriyle çelişmeyecek biçimlerde tanımlanması, onun yüceltilmesinden ve karmaşıklaştırılmasından başka bir şey değildir. Oysa insanlık tarihine baktığımızda, bilinen tarih içinde bilginin veya bilme arzusunun, insanı ne doğası olan vahşilikten ne de daha çok bilme arzusundan çok da uzağa götüremediğini anlamak fazla zamanımızı almayacaktır. Yine de bundan vazgeçmeyişinin sebebi, hayatını anlamlandırma çabasıyla kıvranan bu varlıkların, daha fazla bilgiyle hayatını anlamlandıramayacağını anlayamaması mıdır; bu bilme ve anlama arzusunu bastırdığında -ki bu varlıklardan biri olarak, topyekun bastırılabilir olduğunu düşünemiyorum bile- rotasını tüm tarihi boyunca yürüdüğü istikametten çevirmesinin vereceği, karanlığın bilinmezliğinin ürkütücülüğü müdür bilmiyorum.
Piramitlerin kimler tarafından yapıldığına kafa yoran insanın son çıkardığı nanelerin başında sanırım iletişim araçlarının bugünkü son halkası sayılan internet var. İnternetin, ortak bir insanlık hafızası niteliği taşıması, Dünya dediğimiz gezegen içinde döşenmiş kablolar olmasından öte, evrene ya da mutluluğa ne gibi bir katkısı olmuş acaba? Bilme, bilgiye ulaşma, bilgi üretme konusunda bir döngü içine girmiş insanoğlu, geçmişi anlamak ve geleceği bilmek arzusu içinde içsel bir kıvranış yaşamaktan çağlar boyunca vazgeçememiştir. Düşünebilme yetisiyle ayakta kalan, üstelik bunu yücelten, ayakta kalırken neredeyse dünyadaki tüm diğer varlıklara ve yaşadığı gezegene karşı ciddi bir baskı kuran, bu baskıyı da yine kendi kendine ürettiği bilgi ile normalleştiren insan, ne aradığını aslında çok da bilmeden kendi tarihi boyunca süren bir arayış içindedir ve bu arayış onu -anlaşılabilir bir gariplikle- bir adım öteye de götürmemiştir.
Her millet; okullarında kendi tarihini, dünya tarihini öğreterek aslında insana, geçmişle bugünü bağlamayı öğretir. Geçmişi bugüne bağlamayı öğrenen insan, içinde taşıdığı, bilinmezliğe karşı zayıflık ve öğrenme hissiyle, bugünü de geleceğe bağlamaya gayret eder. Bu düşünce sistemi; geçmişi ve geleceği bilmenin, “sonsuz” diye nitelendirdiği ve hâlâ çok da anlayamadığı zaman mefhumu içinde, “şimdi”nin anlaşılmasına yarayacağı düşüncesinden gelir; “şimdi”nin geçmiş ve gelecek arasında bir köprü olarak algılanmasına yol açar ve o, “şimdi”de yaşayarak geçmiş ve gelecek arasında, tam ortada durmaktadır. Bu orta noktada duruyor olma hissi, kendi içinde tutarlı bir bakış açısı olmakla beraber, onu bu kıvranıştan kurtarabilmiş bir bakış açısı da değildir. Çünkü her geçen an bu noktanın yerinin değiştiğine inanmasının yanı sıra her insanın bulunduğuna inandığı nokta da farklıdır. Sonsuzluğu ister doğrusal, ister iki boyutlu, ister yedi boyutlu tanımlasın, merkezi olarak o “an”ı yaşayan kendisini algıladığı müddetçe bu düşünce sistemi onu, yaşayan insan sayısı kadar merkezi olan bir sonsuzluk içinde hissetmesinden de alıkoyamaz. Kendisinden önce üretilen tüm bilgiye ulaşarak şimdiyi anlayabileceğine inanan insan, bilgiyi yeniden ve yeniden üreterek sonsuzlaştırır ve sonsuza ulaşmak onun için imkansızdır. Oysa tüm bu akışın yönünü basit ama bir o kadar sıra dışı bir algı değişikliği ile değiştirmek mümkündür. Bir bebeğe kendinden önce üretilmiş bilgiyi depolayarak bir sonuca ulaşabileceğini düşündürecek bu sistemden uzaklaşılarak felsefe ve bilim tarihi okutulabilseydi insan denen canlının bin yıllardır çok da değişmeyen temel bazı zihinsel fonksiyonlarla düşündüğünü, bilgi artışınınsa onu daha mutlu etmediğini öğrenebilirdi. Bilim, Mars'a gitmeye ya da ışınlanmaya çabalamak yerine, yani tüm bu bilginin kaynağı olan beynin kendisi dışındaki her şeyi anlamlandırmaya çabalaması yerine; özüne yönelip beynin bir veriyi aldığında onu hangi değişkenlere bağlı olarak nasıl bir fonksiyonla işleyip hangi sonucu verdiğini bulmaya odaklansaydı, muhtemelen daha çok veri girişinin daha çok veri çıkışı anlamına geldiğini ve bunun hem sonsuz hem de özünde kısır bir döngüden ibaret olduğunu; bilginin insanın aradığı şey olmadığını insan, seksen yaşında bir bilge olmadan da anlayabilir, sanırım şimdiye dek bu arayıştan ve kıvranıştan da vazgeçer, kendinden önce değiştirilmiş bilgiyi, bir sanat eseri gibi sadece estetik duygularla öğrenmeye ve sadece estetik duygularla yeniden üretmeye yönelebilirdi.
/Oktay Gülsaçan
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder