15 Aralık 2010 Çarşamba

17.08


Seni ölümsüz kılan ruhun değil, duaların değil, Tanrı’n hiç değil.

Kelimelerin, hatıraların, dostların, değil; çocukların değil. Seni ölümsüz kılan şarkılar değil, kıyafetlerin değil, kokun değil. Bir kadeh sek votka mı? Asla! Seni ölümsüz kılan bir çift küpe, bir gümüş kolye değil, vücudumdaki bir yara izi olması mümkün değil. Bir manzara değil seni ölümsüz kılan, bir ağaca kazıdığın adın, yürüdüğün yollar, oturduğun koltuk, yattığın mezar değil. Mezarının üstünde açan çiçek değil, onu oraya diken adam, su veren eller değil! O mermerdeki siyah mürekkep deği

l!

Seni ölümsüz kılan benim be kadın benim!


Vura vura duvarları

kırmızıya boyadığım kafamın içindeki beynim seni ölümsüz kılan! Hamur gibi yoğurduğun düşüncelerim seni ölümsüz kılan! Bitiremediğim kanımı pompalayan kalbim! İlk defa ikisi bir konuda uzlaştı net: “Sen ölemezsin...". Ne varsa senin öldüğüne delalet, onun düşmanıdır benim beynim; sınırlar koyar, almaz onları içeri. Kafatasım bunun için var. Bunu sen de böyle kabullensen iyi olur, seni ölümsüz kılan benim ve sen beni öldürmeden ölemezsin!

14 Aralık 2010 Salı

Hepsi Sana: Ankara

Ankara, adını her duyuşumda burnumu sızlatacak bir isim. Beytepe’ye düştüğümde her türlü hastalıklı düşünceye açık, erken doğmuş bir bebektim, Beytepe bana kuvöz olmuştu; hemşirelerim dostlarım. Eryaman çocukluğum oldu, Sakarya ergenliğim. Ümitköy gençliğim, Çankaya yetişkinliğimdi.

Ankara’ya adım attığım an bir hiçtim; sık sık dile getirdiğim hayatıma sıfırdan başlayışım; geçmişime dair her şeyimi terk edişim… Bomboştum. Bu şehrin griliğine sarıldım uyurken, soğukluğunu örttüm üstüme. Bir şişe votka eşliğinde kazandım en iyi dostlarımdan birini, bir yurt odasındaki tahta masada içerken. Onlarla doldurdum boşluğumu, yeniden yarattık beni adım adım. İnce ince dokuduk. İnsanlar değişmez derler ya, belki bazı şeyler değişmez ama; geçmişinden biri seninle oturup çay içtiğinde seni tanıyamıyorsa yeterince değişmişsindir. Ankara benim evrimimdi, reenkarnasyonumdu.

Başka şehirlerde yaşayanlar, bilhassa İstanbul ve İzmirliler Ankaralının Ankara’ya düşkünlüğünü asla anlayamazlar. Bu yazıyı okusalar da bir nebze olsun anlamayacaklar biliyorum. Bu yazım zaten Ankara’ya benim, Ankaralıya. Bu gri kentin doğal bir güzelliği yok evet; bir Boğaz’ı, bir Kordon’u yok, şahane bir manzarası yok dışarıdan bakan için. Bu şehir soğuk, bu şehir gri, bu şehir yabani. İşte tüm bunlar onu güzel kılar. Boğaz’da kiminle oturduğun önemli değildir çünkü; Kordon’da kiminle içtiğin, Bornova’da kiminle sabahladığın. Güzel bir yemeği nerede yediğinin bir önemi yoktur; ama kuru bir ekmeği, demli bir çayı güzel yapan kiminle sofraya oturduğundur. Ankara’da doya doya bakacağınız bir şey yok, bu yüzden konuşurken gözlerinin içine bakarsınız insanların. Ankara insanı neden hemen ısınmaz biliyor musunuz? Gözlerinizin ardındaki gerçek sizi hemen görür o. Alışık değilsinizdir siz buna, biz sizi sözlerinizden değil gözlerinizden okuruz. Renkli muhabbetleriniz, eğlenceli aktiviteleriniz sizi birbirinize yaklaştırır belki, biziyse bakışlar. Siz bakışlarınızı kaçırdıkça dünyanın en mükemmel tablosunu da çizseniz sözlerinizle, Ankaralı yabancı gibi davranır size. Ve bir Ankaralı sizinle aynı masada oturup suratınıza bakmıyorsa bilin ki yeterince bakmış, göreceğini görmüştür. İşte bu kenti güzel kılan, o bozkırın sertliğidir. Gündüz kavururken gece buz kesmesidir. Her an tetikte tutuşudur. İnsanını da kendine benzetir. Bu şehir, insansız çekilmez, bu yüzden her karesinde başka birinin, başka bir anınızın sıcaklığını görürsünüz. “Tüm bunları x şehrinde de yapıyorum ki ben” diyebilirsiniz belki, afedersiniz ama nah yapıyorsunuz derim ben de size. Dedim ya, anlayamayacaksınız, bu yazım Ankaralıya…

Bu mevsimde o beton dediğiniz şehre yağan kar, gökyüzünü kıpkırmızı yapıyor, karın kokusunu çekiyorsunuz içinize. Burnunuzdan ciğerlerinize dolan kar havasında bir sigara içmek, sıcak bir yer bulup dostlarınızla çay içmek. Camdan dışarıda yağan kara bakmak belki zevkli olabilir yalnızsanız; ama karşınızda beresiyle, atkısıyla, eldiveniyle oturan kişinin görebileceğiniz tek yeri suratıdır, gözleridir, dudaklarıdır. Ankaralı güzel bakar adamım; renkli gözleri olmasa da… Ankaralı güzel konuşur.

İlkbahar’da yine güzeldir, yazın yine güzeldir, sonbaharda tadından yenmez… Sonbahar bu şehrin karakterini en iyi göz önüne seren mevsimdir bence. Tek tek anlatmak lüzumsuz; yaşayan zaten bilir, yaşamayan benim kalemimle anlamaz.

2009’da apar topar terk ettim orayı, yeniden başlamak için. Ama hayır bu kez geride bırakamadım yaşadıklarımı; İzmir’e bir hiç olarak gelmiştim, içimi dolduran şey İzmir olmadı, Ankara özlemi oldu. Demiştim ya yazımın başında, “Beytepe’de doğdum ben” diye, Çubuk yaşlılığım oldu, Hamamönü’nde öldüm ben.


Ps. Video için Ahmet Mızrak'a teşekkürler.

12 Aralık 2010 Pazar

Seni Ölümsüz Kılamadım...


Kimsenin vazgeçilmez olmadığını söylemiş miydim daha önce. Elbette!

Biri sizden vazgeçtiğinde bu sizin bir nebze olsun umrunuzdaysa, dönüp "Ben nerede hata yaptım?" diyin önce telefona sarılıp kavga çıkarmak yerine. Zira o görüşme sizin son şansınız. Hayır belki o kişiyi geri kazanamayacaksınız, hele benim gibi biriyse neredeyse imkansız. Ama o telefona sarılıp ağzınıza geleni saymadan önce bir düşünün: siz nerede hata yaptınız?

Karşınızdaki kişi elbette hata yapmış olabilir. Bunlara kafa yormayın. Ama şunu bilin, genelde hatalar karşılıklıdır. Siz bir hata yaparsınız, o bir hata yapar, siz, o, siz, o... Bomba patladığında bombayı patlatan düzeneği kendinizden başlayarak çözmeye başlayın. Siz kendinizi ne kadar hatalı görürseniz, karşınızdaki de kendi hatalarını görmeye başlayacaktır.

Son görüşme son şansınız demiştim. Özür dilemek için son şansınız, ölümsüz kılınabilmek için son şansınız. Kendi hatalarınızı görerek, özür dileyerek yapılan bir son görüşme; ona da hatalarını görmesi için fırsat verecektir. Unutmayın, siz ne kadar sağlam vurursanız vurun; karşınızdakinin "guard"ı o kadar gelişecektir. Çünkü ilk siz vurmuyorsunuz o yumruk gibi sözleri. Daha önce başkaları vurdu oralardan.

Bir ring hayal edin şimdi; iki boksör çıkıyor, hakem işaretini veriyor, gong çalıyor. İki boksör de hazır durumda; biri vurup indirmek, can yakmak, nakavt etmek, kazanan olmak istiyor. Diğeri ringe zorla çıkarılmış. Nakavt olsa bile emin olun ilk yumrukta nakavt olacak, sırf ringden çekilmek için. Siz ya çok iyi savunan biriyle karşılaşıyorsunuz, ya da kendini savunmayacak biriyle. Derken boksörlerden biri kendi kendini yumruklamaya başlıyor. Emin olun karşınıza ilk yumruğunuzla nakavt olmaya hevesli ya da kendini iyi savunup sizi yorup dövüşü en az hasarla atlatacak bu sert adam afallayacak ve "guard"ını indirecektir. Belki "Ne yapıyorsun sen?" diye ellerinizi tutacaktır, kendinize zarar vermenizi engelleyecektir. Bunu bir düşünün, bu rakibinizi boş verin ama bundan sonra belki işinize yarar.

19 Kasım 2010 Cuma

Özl-emek

İnsan bazen ne hissedeceğini bilmiyor. Bir şeylere emek vermeyi özlediğimi fark ettim. En iyi dostlarımdan biriyle epey dertleştik geçen gece; o geceki muhabbette sık tekrarlanan bir laf vardı:

- Oktay gerçekten çok salaksın.

O kadar çok tekrarlandı ki, üzerine düşünmek zorunda kaldım. Gerçekten de salaktım. Hani bazıları -daha doğrusu biz salaklar- vefa da diyor buna; bizi gerçekten umursamayan insanların iyiliğini düşünüyoruz. Ama X, ama X, ama X... Sana ne lan X'ten, X götünü kurtardı çoktan; sen kendi haline bak, onu ayakta tutucam diye şu düştüğün hale bak... Haklıydı, kesinlikle haklıydı...

Vesta'nın doğumundan bir süre sonra, cinnetin eşiğine gelmiştim. Köpekler yüzünden değil; insanlar yüzünden. Onlara laf anlatmanın zorluğu yüzünden. Köpekler sadece sorunun merkezinde yer alıyordu. Çok dolmuştum; beni anlasa anlasa o anlardı; tesadüf face'de online görünce dayanamadım içimde ne varsa anlattım. Çok şey beklemiyordum açıkçası; dinlesin işte, "Seni anlıyorum" desin, "Zor durumdasın ama geçecek" desin, "Bunu göze almıştın" desin; bilmediğim bir şey demesine gerek yoktu; sadece çevremde beni anlamayan o kadar çok insan vardı ki, istediğim tek şey anlaşılmaktı. Ergen tribi gibi ama ergenlikte hiç "kimse beni anlamıyor" diye serzenişte bulunmadım; gerçekten de çevremdeki kimse beni anlamıyordu o anda. Neyse çok uzatmayacağım; onca lafın üstüne aldığım cevap: "Olur öyle şeyler yaaa" olmuştu. Bu kadar, inanın ne eksik ne fazla. Olurdu böyle şeyler. Yoldan geçen adama anlatsam ne hissettiğimi; "Bilader bi' otur sakinleş" derdi en azından. Neyse niye anlattım bunu? Salaklığımdan bahsediyordum. Vefa diyordum; tüm bu düzlüğüne, sığlığına ve değişmişliğine rağmen bugün bile bi' sıkıntısı olsa koşar giderdim. Taa ki geçen geceye dek. Salak olduğum defalarca yüzüme vurulana kadar.

Bir anda boşluğa düştüm o gece. Keşke çok önce yapsaymışız bu konuşmayı dedim. Neden abi? Neden takıyordum kafaya. Bana neydi? O koşar mıydı, koşmazdı; ben de koşmamalıydım. Kapitalist düşünce sistemi işte. Bunu kabullenelim hepimiz; zira kapitalizmin içinde devrimcilik oynamak neyse, kapitalist insan ilişkilerinde de dostluğu, vefayı oynamak oydu. Ah şu idealizmim. Bak elin adamı bırakıp giderken arkasındaki enkazı umursamıyor bile. Sense "Aman abi ilgilenin üzülmesin, aman çabuk toparlasın" diye kastırıyorsun. Sen üzülmüyor muydun, sen zor duruma düşmedin mi, ahır gibi yerlerde kalmadın mı, pisliğin içinde yatmadın mı? Rezil, sefil olmadın mı? Sana gelenlere, "siz onunla ilgilenin ben başımın çaresine bakarım" demedin mi? Sen ödemedin mi borcunu? Sen tüm olanlara rağmen dostluk elini uzatmadın mı? Daha neyin vefasıydı?

Bu yazı tamamen başka bir şeyle ilgili. Oraya daha yeni geliyorum aslında. Tüm bunları idrak ettiğimde üzerimden yük kalktı. Öyle böyle değil. Artık öyle bir sorumluluğum yoktu. Çocuklar gibi şendim bu sabah uyandığımda. Renkli istop oynayalım dedim 26 yaşımda... Harbi harbi oynayasım vardı. Bir seneyi aşkın zamandır bir alışveriş merkezinden içeri adım atmadğımı fark ettim bugün. O kaygan zemini özlemiştim, sarı parlak ışıkları. Üstelik de nefret ederim alışveriş merkezlerinden falan. Sinemaya gitmeyi özlemiştim. En önemlisi sevmeyi ve sevilmeyi özlemiştim. Dikkat edin henüz aşkı özleyecek kadar değilim. O da olacak bir gün; ama bugün değildi. En başta doğru zaman değildi.

Neyse, emek vermeyi özlemiştim. Bir insana; arkadaş olarak, dost olarak... Son 3 yılda hayatıma hiç yeni "dost" girmemişti mesela. Kullan-at ilişkiler vardı; her anlamda. Karşılıklı kullanıştık, atıştık sonunda. Soğumuştum çünkü insanlardan. Emek vermek demek, birilerine umut bağlamak demekti aynı zamanda. Neden emek verirsin? Bir şeyler olsun diye. Ama son 3 yılda birinden bir şey almaya çabalamadım, biriyle ilişkimi düzeltmeye, yükseltmeye, yararlı hale getirmeye çalışmadım. Bir şeyler verdim; ufacık tefecik kırıntılar. Onlar da bana bozukluklarını verdi. Sonra alıp vereceğimiz bitince koptuk gitti. Bu kadar sığ, bu kadar yabani, bu kadar samimiyetsizdi. Oysa ben karşılıksız vermeyi seven bir adamdım. Akrep kaçmıştı kalbime.

Konuşmak gereksizdi; tanımak ve kendini anlatmak gereksizdi. Hala aslında gereksiz sayılır. Konuşmak çok gereksiz bir eylem aslında ya neyse. Yüzyüze baktığın bir insanla neden konuşasın ki? Gözlerin anlatıyor, onun da anlatıyorsa lüzumsuz yani. Ama görüşmek de gereksizdi. Of iş güç bir sürü koşturmaca, stres içinde bir de insanlarla iletişim kurmak; ne zordu.

Ne olduysa o konuşmadan sonra oldu. Konuşmak, gezmek, tozmak, destek olmak/almak istiyordum. 3-5 yaş gençleşmiştim. Ne de güzel pek de güzel olmuştu. Yazmicam lan sıkıldım...


13 Kasım 2010 Cumartesi

Soğuk Nevale

Bir insan bu hızla soğuyabilir mi? Soğur, daha önce de defalarca yaşadım bu duyguyu. Hem bana yapıldı, hem başkalarına yaptım. Benim için milat 2002'dir bu bağlamda. En sevdiğim dostum, kardeşim, canım, her şeyimdi: bir gece hiç sebepsiz yere; ama gerçekten sebepsiz yere bitti her şey; gitti her şeyim. 28 ekim 2002'yi gösteriyordu tarih.

O tanıştırdı beni bu duyguyla. Hesap vermeden, sebep bildirmeden, belki hiç sebebin olmadan dün canım cicim dediğin ve gerçekten öyle hissettiğin insanları silip atmayı. Öncesinde ben böyle şeyler yapamazdım; bir şans daha, bir şans daha... Güvenirdim en başta sevdiklerime. Herkese değil ama sevdiklerime... Sonra ne olduysa oldu işte bu huyu edindim ondan. Giderken bir parça bırakır ya insanlar; onun bana bıraktığı bu lanet olası huydu: bir anda soğumak.


- Oktay ne oldu?
- Hiçbir şey.
- E o zaman suratın neden asık?
- Bir sebebi yok...

İşte bu cümleler her daim sonun başlangıcıdır bir insan ve benim aramda. Soğuyorum çünkü. Ve geri dönüşü yok. Yok yani, içimden gelmiyor; bir sebebi olması gerçekten gerekmiyor. Ufacık ve saçma sapan bir şey beni ona karşı isteksizleştiriyor; artık yanımda görmek istemiyorum. Hani kapıyı çarpıp çıksa gitse de kabahatlisi ben olmasam diyorum. "Çok değiştin sen" demeden, "eskiden böyle değildin"lere gelmeden gitsin. Kavgayla gitsin, sessizce gitsin; yeter ki gitsin. Çünkü o noktadan sonra canını yakacağım onun; biliyorum. Ve istemiyorum kimseye kötü olmak. Yaşadım ben, biliyorum sebepsizce gidenin verdiği acıyı. Yaşatmak istemiyorum başkasına.

Konuş, diyorlar: "Kafanda bir şeyler kuruyorsun sen". Kuruyorum da kurmasına, infazdan sonra ben hatırlamıyorum ki ne kurduğumu. Hatta eskiden kurardım, infaz ederdim, sonra anlatmaya bile gerek görmezdim. Kötü geliyor kulağa; ama bitmedi çünkü bugün fark ettiğim şey artık bir level üstündeyim bu huyun: kurmaya bile gerek görmemek. Bir malzeme geçsin elime yeter ki, artık nerelere çekebileceğimi bildiğimden midir, beynim kendi kendine bana sezdirmeden yaptığından mıdır nedir, o malzemenin gözüme görünmesi, kulağıma fısıldanması, beynime teğet geçmesi infaz için yeterli oluyor. Hani kurmacalara ne oldu? İnanın bilmiyorum. Hani yargılama süreci? Gerek yok... Hani söz hakkı? O hiç olmadı 2002'den beri...

Gerçekten sevmiyorum bu huyumu, insanlar ağlıyorlar; insanlar üzülüyorlar, insanlar soruyorlar: "Neden?". Ben de üzülüyorum, ben de içimden ağlıyorum, ben de soruyorum: Neden? Yok ki cevabı, yok yani. İnsan ister mi düne kadar çok değer verdiği bir şeyin birkaç dakika içinde yerle bir oluşuna seyirci kalmayı? Kim yerle bir ediyor? Ben. Kağıttan kuleler yapardım küçükken, abim gelir en üsttekini devirirdi. Çok sinirlenirdim ama tutardım kendimi, yerine koymaya çalışırdım; ne mümkün o sinirden titreyen ellerle. Birkaç kez denerdim, en son kafam bozulur hepsini yıkıverir sonra da ağlaya zırlaya saldırırdım ortalığa. Onun gibi işte, en üstteki kart devriliyor ve ben nedenini niçinini sorma ihtiyacı duymadan emek verdiğim kulemi yerle bir ediyorum. Ona benziyor sanırım bu huyum; ondan bulaştı bana...


20 Ağustos 2010 Cuma

Sessizlik...

Athena'ya veda ettik dun akşam. 16.00'dan 22.00'ye kadar koştur hoplat zıplat derken pili bitti hayvancağızın. O taşıma kafesine girmeden önceki bakışını sanırım hiç unutmayacağım. Aslında o ne olduğundan habersiz "bi rahat bırakın da uyuyayım" ya da "n'olur artık evimize gidelim" diyordu. İşte o bakışın ardından evimize tekrar dönmeyecek olması o bakışı benim için çok daha sancılı hale getiriyordu.

Bu zamana dek ayrıldığım 8 yavrumun içinden en çok canımı acıtan Athena oldu. Evet, çok yaramazdı, çoğu zaman Vesta'nın, Hachi'nin sabrını zorluyordu. Gurultucuydu, surekli bir cinlik peşindeydi. Yoruyordu... Şimdi yok, İstanbul'da artık. Evimizde bir sessizlik... gurultu yok, neşe de yok. Kadıköy'de kafasında taçla dolaşan bir fırlama görurseniz o benim biricik torunum...

Ama pırıl pırıl gözleri? Boncuk boncuk bakan gözlerini arıyorum her yerde. O son, yorgun bakışı hafızıma kazındı. Onu öyle hatırlamak istemiyorum.

Evet, yeni sahibiyle mutlu olacak, sadece onunla ilgilenecek, sadece onu sevecek bir sahibi var artık. Ama 3.5 ay yahu, boğazımın duğumlenmesine engel değil maalesef.

Umarım çok çok iyi olacak, çok çok iyi bakılacak Athena; kuçuk Vesta...

Seni ailecek özleyeceğiz.

18 Ağustos 2010 Çarşamba

Athena Yolcu

İnanması guç, 3 ayı geçti, neredeyse 3.5 aydır benimle birlikte... Elime doğmuş kuçuk Vesta'm... Yarın akşam İstanbul yolcusu. Kuçuk Park kesmemiş olacak, Kadıköy'un altını ustune getirecek. Kadıköy'de kafasında taçla dolaşan bi' haşere görurseniz işte o benim torunum.

Yeni sahibi Ozan, 4 gundur surekli birlikteyiz. Ona başına gelecekleri anlattım. Çok istekli, sevgi dolu bir genç.

Athena'yı çok özleyeceğim. Kuçuk Vesta'm o benim. Her şeyiyle kopyası. Gözleri, karakteri, fiziği... Kafasındaki 2, sırtındaki tek tel beyaz tuyu bile Vesta'nın aynısı. Ustune duşulurse çok buyuk işler başarabilecek karakterde bir köpek Athena.

Yerim olsun, yanımda kalsın isterdim. Vesta'yı yeniden buyutmek için. Ama yok, gitmek zorunda. Şu an tum yaramazlığından sıyrılmış, uslu uslu uyuyor.

O gittikten sonra kim yaramazlık yapacak bu evde?

4 Ağustos 2010 Çarşamba

Alıntı içinde Alıntı Fw:Fw:Fw...

Tırnak içinde tırnaklarla dolu bir metin oldu bu. Son 2 yılda beni en çok duygulandıran, gözlerimi yaşartan bir mail aldım çok değerli öğrencimden geçtiğimiz aylarda. Evet, metin bana yazılmamıştı, ama metnin bana sunulması, sunulurken ki inceliği, duşunceler... Bunlar metnin içeriğinden daha önemliydi benim için; o metin okunurken akla gelmek yeterliydi.

O, benim için ilk ya da son değildi, söylediği gibi... Ama tekti; tek ve özel bir öğrenciydi. Bugun geldiği yerde bir gıdım katkım olduysa gerçekten, bir gıdım teşekkur ediyorsa; ufacık da olsa kendini keşfettiği yıllarda destek olabildiysem ona, beraber yuruduysek bir yolda, bir gıdım yer varsa ve kalacaksa kalbinde bana; taşıyacaksa... onu özel yapan işte bu yerdir; onun tabiriyle, "bizi biz yapan şey"...

Onu çok seviyor ve özluyorum...

"Sevgili Hocam,

Nette dolanırken tesadüfen buldum bu yazıyı. Kendimi buldum, sizi gördüm bu yazıda, benim için "bizi" buldum. Sizi ve beni: bizi. Ben yazabilmeyi, size ithaf edebilmeyi çok isterdim, çok kıskandım, niye ben yazmadım, yazamıyorum diye. Olsun, siz kendinize yazılmış gibi okuyun aşağıdaki metinden aldığım bölumleri. Kızmayın bana diye metnin tamamının linkini de vereceğim en sonunda. İçerik aynı olduktan sonra, duygular aynı, yaşananlar aynı olduktan sonra kimin yazdığının bir önemi olmasa gerek.

Okurken, demek ki her insanın hayatında bir Oktay Hocası oluyormuş dedim, yada şanslı insanların hayatında. Sizin için ben ilk değildim, biliyorum, son da değilim. Ama siz benim için ilk ve teksiniz. İşte bu y
üzden benim için bir tanesiniz.

Sizi çok seviyorum.

"Eğer hayatım bir Ezel dizisi olsaydı Ramiz Dayı.......

Bir tuba vardı, dediklerini belki kimse sallamazdı...
Bir tuba, lisedeydi o zamanlar, çok şey gibi okulu da ciddiye almazdı...
Ne sınıfın en çok çalışanı ne de okulu kırıp sallayanı...
Bilmem sormak lazım, o zamanlar var mıydı bir amacı?

S
adece kendi adıma konuşuyorum..
Bir hoca... Ve bir senede geçen yüzlerce heyecanlı gözler..
Büyüyen, büyütülen öğrenciler aracılığıyla aynı cümlelerle heyecanlandırılan başka yüzlerce öğrenci...

Bir kitap vardı önümde... Onunla cebelleşen ben...
Geçti hoca önümden...
Bir kitaba baktı bir de bana...

Daha beni tanımazken…
Sen yapabilirsin sanki dedi, farklısın dedi...
Kendimi benden önce keşfetmişti...

Kantinci abi seneye tekrar görüşeceğiz derken…
Ellerinin sıcaklığıydı başımı tavaf eden…
Kendime benden önce inanmıştı...
Beni bana inandırmıştı...


Geceler sürekli huzuruna çıktığı mahkeme…
Kahveler şahidi…
Avukatıydı kelimeleri…
Ve sırrıydı, tanığı da sanığı da…

Eğer hayatım bir Ezel dizisi olsaydı Ramiz Dayı...

Hani eskilerin dizisinde kuşçu vardı ya...
Sonralarda bir başka dizide Ömer Baba çıktı karşımıza...
Ben de şimdilerin dizisiyle buna benzer bir cümle kuruyorum...
Benzetmeyi/karşılaştırmayı sevmem...
Ve kendimle çelişmeyi de...
Ama inadına diyorum yine de...
İşte hayatım bir Ezel dizisi olsaydı, Ramiz Dayı..
Ali Hoca'm olurdu...
Ali Atlamaz...


Üstelik hayata nükte eden cümleleri kendi imzalı...
Bir o var ki, kendinden kareli, kendinden faktöriyelli...


Yazının tamamı: http://tirintuuba.blogspot.com/2010/02/eger-hayatm-bir-ezel-dizisi-olsayd.html
""

Şimdi metnin gerçek sahibinin bloğuna baktım, kendisiyle kuçuk bir diyaloğun ardında da, bu yazıyı yazmak geldi içimden. Ona da link atacağım ve soracağım daha sonra Ali Hocasını...

30 Temmuz 2010 Cuma

Andromeda "Hachi"

İşte batımın favori dişilerinden biri, 8 numara, Hachi... Bu yavru doğduğu gunden beri herkesin dikkatini çeken, nice taliplinin istediği bir yavru. Açıkçası ilk gunler az çektirmedi bana. Çunku çok ağlardı. Hatun acıktı mı? Memeyi bulana kadar ağlardı. Çişi mi geldi, yapana kadar ağlardı. Annesi illa onunla ilgilenecek... Butun şefkat ona gösterilecek, tum ihtiyaçları anında karşılanacak... Fakat kısa zaman sonra işi kıvırdı, uyum sağladı hayata. Zekasını, uyum sağlayabilme yeteniğiyle gösteren bir yavru Hachi.

Şecere adı olan Andromeda'yı yine Yunan Mitolojisinden alıyor. Batımın yıldız dişisi olmasından dolayı bu adı hak ediyor Andromeda. Takma adını ise, meşhur Hachi Ko'dan ve Japonca 8 anlamına geldiği için; 8. yavru olmasından alıyor. Kaderinin filmdeki gibi olmasını kimse istemez tabii... Belki de bir turlu kıyamayıp veremediğim için elimde kalmasıyla eşleşiyordur bir yerde Hachi Ko'nun hikayesiyle.

İnatçı bir yavru değil, ısırmamayı, oturup sırasını beklemeyi öğrendi kısa zamanda. Fiziğiyle zaten hep ön planlaydı; fakat karakteriyle de öne çıkmayı başardı. Evet, yaramaz köpek sevenler için uygun değil Hachi. Kesinlikle sakin ve hırssız bir Dobermann. Sadece limitlerini aşan Ati'ye karşı bazen sert çıkışlar yapabiliyor ve bu, Ati'nin hırsıyla birleşince ortaya ciddi kavgalar çıkabiliyor. Gucunun farkında; bu obur yavrumuz. En iri yavru olma yarışında Aura gidene kadar surekli onunla yarış halindeydi. Bunun sebebi şuphesiz çiğnemeden yutma özelliği. Çiğnemeden yutuyor hatun mamaları. Bu da ona cusse olarak geri dönuyor. Dobermann'da oburluk iyi bir şey sayılıyor; çunku aç bir köpeğin kilosunu kontrol edebilirsiniz mamayı keserek; ama iştahsız bir yavruya kilo aldırmaya çalışmak tam bir işkenceye dönuşebilir.

Karakteri, fiziği, sevgi dolu olması, ağırbaşlılığı... Tum bunlar birleşince, Vesta'nın yanında seve seve tutabileceğim bir yavru çıktı ortaya. Vesta vs Athena kapışmalarında default olarak Vesta'nın tarafını tutup kendi çapında liderini koruyor. Annesine çok çok duşkun, oyun oynayınca gayet guzel oynayıp koşan, dur deyince duran, haddini bilen ve liderliğe oynamayan bir yavru olması Vesta'yla uyum içinde yaşayabileceğini duşundurdu bana.

Evet, hala duzgun ve onun karakterine uygun bir sahip adayı çıkarsa çok uzulerek vereceğim Hachi'yi. Ama çıkmazsa bayıla bayıla bakacağım kendisine.

Aura ve Anubis "Dante"

Aura 9 numaralı, dişi olmasına rağmen batım içindeki en iri yavrumdu. Onun en karakteristik özelliği obur olmasıydı. Daha doğduğu gunden itibaren annesini en çok emen yavruydu. Diğer kardeşleri uyurken kalkar başlardı emmeye, bir sure emdikten sonra kardeşleri uyanır ona ortak olurlardı. Onlarla beraber emmeye devam eder, onlar emip bitirdikten sonra ancak karnını doyurup bırakırdı memeyi. Memede uyumaya bayılırdı. Diğer kardeşleri uyurken o bir posta daha emerdi kimseden habersiz. O bizim şişko kızımızdı.

Daha sonralar 8. yavrum Andromeda "Hachi" ile başabaş gitmeye başladılar. Bir gun Aura birinci geliyorsa ertesi gun Hachi onu geçiyordu. Aura, Vesta'nın en çok uzerine titrediği, oynamaktan keyif aldığı yavruydu. Diğer yavrular gittiğinde hiç umursamayan Vesta Aura gittiğinde butun gun onu aradı. Maskesiyle, fiziğiyle dikkat çekici guzellikte bir yavruydu Aura.

Anubis ise çok gurultucu bir erkek yavruydu. Kafa yapısı, alt çenenin durumu beni cezbediyordu. Bir şeyi istiyorsa elde edene kadar onu susturmak zordu. Bu bağlamda profesyonel destek almadan onunla cebelleşmek zordu.

Aura ve Anubis surekli beraber oynarlardı, beraber uyurlardı. Tarkan yavru için beni arayıp 2 yavru istediğinde, koşullarını anlattığında bu iki yavruyu ona vermenin uygun olacağını duşundum. Aura sakin, Anubis yaramazdı. Birbirlerini tamamlayan ve seven bu iki yavrunun aynı yere gitmesini istedim. Uretim prosedurlerini, inbreed'in tehlikelerini anlattıktan, köpeklerin karakterinden, eğitim desteğinden bahsettikten ve bu konularda tam bir guven sağlandıktan sonra Tarkan'a yavru vermeyi uygun gördum. Daha sonra batımı görmeye geldiler ve önerilerimi dikkate alarak bu iki yavruyu sahiplenmeye onlar da karar verdiler.

Aura ve Anubis şu an Aşa Club Tatil Köyu'nde tatillerini yapmaktalar ve çok iyi bakılmaktalar.

Alcatraz "Arsen"

Alcatraz batımdaki en ağır başlı yavrulardan biriydi kesinlikle. Kendi halinde takılmaya, etrafı keşfetmeye bayılırdı. Bir de fotoğraf makinesine sert bakışlar atmayı... En son sahiplendirdiğim erkek yavrum oydu. Irina Hanım ilk aradığında yavrular yeni doğmuştu, anneyi ve yavruları görmek istediğini söyledi. Ancak yavruyu beğense dahi hemen almayacaklarını bir sure benim bakmamı rica etti. Zaten en az 7-8 hafta bende kalacaklarını söyledikten sonra bu teklifi memnuniyetle kabul ettim.

Irina Hanım ikinci kez arayıp batımı görup yavru seçmek istediğini söylediğinde Alcatraz hariç tum yavrularım zaten seçilmişti. Tesadufen "sakin", çok hareketli olmayan bir yavru istiyordu. Alcatraz onun için uygun bir seçim olacaktı. Uzun göruşmemizin ardından köpekler konusunda, batım konusunda, dobermann konusunda tecrubeli bir sahip adayı olduğunu çok net belli ediyordu. Yine de anneyi ve yavruyu görmeden kesin bir karar vermediğini belirterek yavruyu rezerve ettirdi.

Görmeye geldiklerinde Irina yaklaşık 5 mt. mesafeden kafasını uzatmış 5 yavru içinden ilk saniyede Alcatraz'ı tanıdı. Dikkatine gerçekten de hayran kalmıştım. Ona sadece 2 kalitesiz fotoğraf göndermiştim halbuki. Alcatraz batımdaki en koyu maskeye sahip yavruydu. Bu maske ona sert bir ifade veriyordu. Daha sonra yavruyu evin içine aldık. Alcatraz'ın ciddi tavırları Irina ve Ailesinin hoşuna gitmişti. Vesta'nın karakterini Altuğ Bey çok beğendi ve aileleri için uygun bir yavru olduğuna karar verdiler. Daha sonra ufak bir İzmir turu attık onlarla birlikte.

Alcatraz için biraz alışveriş yapıldı. Bu esnada aileyi daha iyi tanıma fırsatı buldum. yargılarımda kesinlikle haklı olduğumu anladım. Irina Hanım'ın babası Rusya'da Alabay ve Kafkas Çoban ureten bir çiftliğin sahibiymiş. Köpekler konusunda bilgisi oradan geliyordu. Netice itibariyle çok çok iyi bir aileye daha yavru sahiplendirmenin haklı sevincini yaşıyordum. Ertesi gun Alcatraz'ı almaya geldiler ve ona da veda ettik...

Tabii ki duzenli olarak haber alıyoruz ondan ve herkes hayatından çok memnun...

29 Temmuz 2010 Perşembe

Athena "Ati"

Hala elimde olan kuçuk facia... Evet böyle tanımlıyoruz kendisini. Tam bir 4 ayaklı terorist hatun... Kuçuk Vesta.

Kesinlikle kendisini en iyi tanımlayan sözcuk sanırım kuçuk Vesta! Hayatımda tanıdığım en inatçı, en ısırgan, en hoplak, en oynak, en gurultucu, en deli yavru köpeklerden ikincisi. Her baktığımda kızımın kuçukluğunu hatırlatıyor bana. Vesta'nın 4 yıllık geçmişi boyunca sanırım ona kafa tutan; hatta köpeği delirtip dayağı yiyen, 2 dk sonra yeniden kudurmaya başlayan bir yaşam formu bu. Tum bu psikopatlığına rağmen insanların ilk göruşte aşık olacağı cinsten bir kerata. Adını Apaçi koymayı duşunuyordum, koysam yeriymiş yani. Yine Yunan Mitolojisinden gittik onun da adını koyarken; batımın hemen hemen geri kalan tamamı gibi.

Athena kesinlikle adının hakkını veren bir köpek. Savaşçı ve zeki bir hayvan. Vesta'yla kapışmaları evde kayda değer eğlenceli dakikalar yaşamamızı sağlıyor.

İyi bir eğitimle çok iyi yerlere geleceğine inandığım bir yavrum. Hala onun için uygun bir sahip aramaktayım, mutlaka daha önce dobermann beslemiş ya da profesyonel eğitmenlerle çalışabilecek birine gitmeli Athena. Bu şartlar sağlandığı takdirde iyi işler çıkaracağına inanıyorum.

Haa ondan nasıl ayrılacağım, bilmiyorum :(

Al Capone

Yeni sahibinin "mafioso" diye bahsettiği bir kerata bu. Adını da zaten potansiyel suça meylinden, saman altından su yurutmesinden alıyor. Batım içinde kardeşlerini yara yara alttan alta ilerleyip canı hangi memeden sut emmek isterse ona ulaşan bir erkek yavruydu Al Capone. Biraz da zarar vermeye meyilli karakterinden, iletişim yolu olarak ilk önce "dişlerini" kullanmasından bu adı sonuna dek hak ediyordu.

Erdal Bey sert mizaçlı iri bir erkek yavru istemişti. Erkek yavrularımın içinde ona en uygunu oydu bana göre. Ağırlık olarak Apollon ile başa baş gidiyorlardı. Enerji seviyesi en tepede, en inatçı, prey drive'ı en yuksek erkek yine oydu. Onlar için önerim, şuphesiz Al Capone olacaktı.



Gulnara Hanım, batımı ve Vesta'yı görmeye geldiğinde kafesten fırlayıp onun kucağına hoplayan tabii ki Al Capone olmuştu. Gul Hanım bir sure Apollon ile Capone arasında tereddut etti. Apollon ise yan gelip yatmayı pek seven bir yavrumuzdu. Ondan daha sonra bahsedeceğim. Bir önceki Dobermannları, çok sevdikleri Ivan'a benzetmişti çunku Gul Hanım Apollon'un gözlerini. Fakat benim yönlendirmelerim doğrultusunda Al Capone'un isteklerine daha çok cevap vereceğine inanıp Al Capone'da karar kıldılar.

Al Capone bir muddet daha annesini emdi, kardeşleriyle birlikte vakit geçirdi; tabiri caizse teror estirdi. Sahiplendirmeye 1 hafta kala Al Capone'la özel olarak ilgilenmeye başladım ve ısırma, havlama, kucağa atlama gibi terorize faaliyetlerinin önune geçtim. Gul Hanım'a teslim ettiğimde çok daha mulayim bir mafya babamız olmuştu.

Hiç tereddut etmeden sahiplendirdim onu da. Her gun sporunu yapıyor; yeni evinde bir miktar ısırma, havlama gibi suçlar işleyerek potansiyel mafyalığını konuşturmaya, ipleri yeniden eline almaya çalışıyor. 2.5 aylık ağırlığı 11 kg 300 gr. İlerde ne olacak; göreceğiz.

Anastasia Lubia "Dancing Queen" Dominator

Torunlarımın sırasıyla isimleri bunlar. Her biri için birer yazı yazmayı planlıyorum, aklımda kaldığınca.

Al Capone
Alcatraz "Arsen"
Anastasia "Lubia"
Andromeda "Hachi"
Anubis "Dante"
Apollon
Artemis
Athena
Aura

İlk yazım Lubia için olacak. Kızımın ikinci dişi yavrusu olur kendisi. Böyle destan gibi bir ismi Fulden koydu, ben Antigone koyacaktım ona. Bir önceki yazımda Fulden'in doğar doğmaz onu sahiplendiğinden bahsetmiştim.

Şimdi biraz daha ayrıntılandıralım bu özel köpeği. 9 yavrumun içinde sanırsam ailede en populer yavru o oldu. Çirkin ördek yavrumuzdu o bizim. Ablamın, annemin favorisiydi kesinlike. Deli gibi duşkunlerdi ona. Hala diğer yavruları değil, hep Lubia'yı sorarlar bana...

Lubia farklıydı doğduğunda. Onu hemen sahiplenen Fulden'e durumu anlattım: "Abi" dedim, "Bu köpek biraz farklı, istersen başka bir yavru seç". Diğer yavrulardan daha ufaktı, daha çelimsizdi, kafası falan kuçuktu. Irk standartlarına göre değerlendirdiğim için bu anlamda pek gelecek vaadeden bir yavru olmayacak gibiydi. "Yok" dedi Fulden, "Sezgilerime guveniyorum; o yavruyu istiyorum". Tamam dedik.

İlk yuruyen yavrum o oldu, en sıcak kanlı yavrum o oldu. Diğer kardeşlerinin arasına elinizi uzatıp 10 dk bekletseniz piranalar gibi kemirir, sadece tarak kemiğini bırakırlardı :) onu da bırakırlarsa... Ama Lubia'ya suratınızı çekinmeden teslim edebilirdiniz. Bunun yanısıra inanılmaz hareketli, kıpır kıpır bir yavruydu. Topu alıp yanında uyuyan ilk bebek yine oydu. Tereddutsuz, hareketlilik bakımından en önde giden yine oydu. Karşınıza geçip efendice oturur, gözlerinizin içine bakardı. O zaman karar verdim, bu köpeğin gerçekten de Fulden için iyi bir seçim olduğuna.

Her gun yavruları teker teker ailemize dahil eder, belli bir sure onlarla vakit geçirirdik. Butun aile Lubia'nın ne zaman geleceğini sorar dururdu. Garip bir şey vardı keratada. En çok yemeği o yerdi, en çok annesini emenlerden biriydi, ama yok abi, o harekete enerji dayanmıyordu...

Öyleydi işte Lubia, bizim için çok özel ve anlamlı bir yavruydu. Farklıydı o. El kadar köpekle ne kadar yaşantımız olabilirdi ki; ama bağlamıştık ona. Gittiğinde en çok onu aradık. Diğer yavrularıma haksızlık etmek istemem; ama 7-8 haftalık bir zaman diliminde bir yavruyla ne kadar guzel şey yaşanabilirse Lubia bize vermişti. Daha yeni yeni koşmaya başlamıştı, saklambaç oynuyorduk evin içinde.

Neyse ki Fulden'in elinde ve adı gibi destanlar yazacağına inandığım bir köpek olacak çirkin ördek yavrum.

6 Temmuz 2010 Salı

5 Mayıs 2010 - Vesta'nın Bebeleri

O gun, her şey gayet sıradandı: yaklaşık 2 aydır karnı gunden gune buyuyen, nihayetinde davul olmuş ağır vasıta Vesta'yı sabah yuruyuşune çıkardım. Elbette yuruyuşlerimiz eskisi kadar uzun değildi, 10 dk'lık bir yuruyuşun ardından eve geldik. Bilgisayarı açtım, msn'den laklak ediyorum. Vesta'da yatak odamda, her zamanki gibi takılıyor...

Tabii ben öyle zannediyorum. Daha pc'yi açalı 10 dk olmadı ki, çok sevgili titiz babam "Aaa bu doğurmuş, Oktaaaayyy" diye ses etti bana. Normalde 8 mayıs'ta bekliyordum doğumu. Her bokta olduğu gibi, yapılacak bir suru işi son gunlere bırakmıştım yine; ki çok sevgili kızım içindeki piranalardan sıkılmış olacak, pırtlatmış hemen birini. Babamın titizliğini niye söyledim, daha bana seslenmeden evvel eline viledayı almış gelmiş, odanın ortasındaki suyu silmeye kalkıyor. "Höt" dedim; çık dışarı!

Garibim Vesta, plesentayı yırtmış, yavruyu yalamış falan ama; bi yandan kafesine girmiş bi yandan yavruyu yalayıp oraya almaya çalışıyor. Bi' panik bi' heyecan. Bi bızık bızık bızıklamalar... Çok sevdiği kafesinde doğum yapmak istemesini anlıyordum lakin, hareket alanı çok kısıtlı bu kutucuğun içinde pek de mumkun görunmuyordu. İlk doğan yavrucuğumuzu alıp, sakince kafesin yanına onun için duzenlediğim yere koydum. Guya hasta bezi filan alıcaktım ya, işte son gune bırakırsan, köpek de pırt diye çıkarırsa öyle olur. Neyse efendim, Vesta hatun hemen geldi tabii yavrusunun peşinden. Yatırdım onu oraya, verdim yavruyu önune. Tamam dedi, burası daha uygun...

İkinci yavru, uçuncu yavru, çatır çatır doğurmaya başladı. Ortalama 30 dk bekleyip, 2 tane arka arkaya çıkarıyo hatun. İkinciden itibaren, uzerindeki o stres gitmişti bile. Sanki kırk yıllık ebe gibi yapması gerekenleri sakince, harfiyen yapıyordu. Ki biz buna içgudu diyoruz.

Her yavru doğduğunda, msn'den erkek-kız-erkek diye anlatıyorum insanlara. Bu bağlamda en çok Fulden'in kafasını şişirmiş olabilirim; olsun. Ben sakin olduğumu falan sanıyordum; ama öyle değilmişim, daha sonra hakkımda girdiği entry'den bunu anladım. Doğum, muthiş bir şey... Aman doğurtma, diye kafamı siken kimseyi iyi anmıyorum. Daha önce de birkaç doğuma tanıklık ettim; evet riskli bir olay; kabul. Ama ben Vesta kadar kolay doğum yapan bir köpek daha görmedim. Sanırım bunda, kendisine sahip olduğum gunden beri (43 gunluktu), kendisini at gibi koşturmamın, fit ve dinç bir vucuda sahip olmasının buyuk etkisi vardı. 30 dk ila 45 dk arasında ikişer ikişer çıkardı bebeleri, yattığı yerden, neredeyse hiç inlemeden, zorlanmadan. Yemin ediyorum kakasını yaparken daha çok zorlanıyor bu hayvan. Sadece tek bir yavrum ters ve plesentası yırtık bir şekilde çıktı rahimden; ona elimin ucuyla mudahale ettim ki; aslında ona bile gerek olmadan çıkartırdı onu da. Yaşadığım en buyuk terslik yavrunun 1 tanesinin ters gelmesiydi. tabii o an korkuyor insan; ya ölurse, ya yaşamazsa... diye milyon soru geliyor insanın aklına. Ama 5 dk sonra diğer yavrulardan hiçbir farkı olmadan memeye yapıştığında derin bir ohh çekiyorsunuz...

Neyse efendim; 2. dişim, 5. yavrum Lubia doğduğunda, Fulden; "Oktay o yavruyu sakın karıştırma, o benim yavrum" dedi. Neymiş efendim, bişey bişey çalıyormuş o anda, bu bi işaretmiş. Yemin ediyorum hatunun mistik guçleri var. Kilometrelerce öteden en manyak ama en sempatik yavruyu seçmeyi başardı. Anastasia Lubia'dan daha sonra bahsedeceğim; eşek gibi de adı var arkadaşın: Anastasia Lubia "Dancing Quenn" Dominator... Höh!

Öğleden önce 11 gibi başlayan doğum; öğleden sonra 5 gibi sona erdi. Veterinerimiz gelip Vesta'yı ve yavruları şöyle 1 mt. mesafeden kontrol etti, her şey on numara, dedi, gitti. Önumuzdeki 50 gunumun uykusuz geçeceğini nerden bileydim ben :)

İri ırklarda bilhassa ilk doğumlarda gerek annenin boyutları ve tecrubesizliği, gerek yavru sayısının fazla olması nedeniyle anne altında kalarak ezilmeler olabiliyormuş; ki bunu Vesta'dan bir hafta sonra doğan Rasha'nın yavrularından 3 tanesinin ölduğunu duyunca daha iyi anladık. Yavru sayısı fazla, bir tane yavru abuk subuk bir yere sıkışıyor ve basıyor çığlığı... Bunun uzerine anne hopluyor yerinden, o hoplayınca tum yavrular yaygaraya başlıyorlar, hayvan bi ona bi ona derken kafayı yiyor. İşte bu esnada gerçekten de ustunde basıp ya da yatıp öldurebilir bir yavruyu. Ben bu noktada her seferinde devreye girdim, hiç riske atmadan ilk 2 gun boyunca yavruların selametlerini sağladım. Hani sanıyorum ki ilk 3-5 gun geçsin; sonra uyurum gece filan... Hepsi hayalden ibaretmiş meğer...

3. gun yavruların kuyruklarını aldılar. Çok temiz, çok başarılı geçti. Lakin 2 gece daha sıfır uykuyla durdum, bir terslik çıkmasın diye. İşin özu, ilk 96 saat gözumu bile kırpmadım resmen.

Sonra uyurum dedim, yine uyuyamadım. Hem onlara bakma isteğimden, hem de ne zaman uykuya dalacak olsam fırlamaların ağlamaya başlamasından. Sistem şöyle işliyor: Uyanıyor ve ağlamaya başlıyorlar, hepsi memeye gidene kadar ağlama kesilmiyor. 30 dk kadar suren bir emzirme surecinden sonra ve hatta emerlerken uykuya dalıyorlar. Aradan 30 dk ya geçiyor, ya geçmiyor çiş-kaka ihtiyacından kelli başlıyorlar ağlamaya. Eee vesta 9 başlı ejderha değil ki, aynı anda ilgi bekleyen yavrularına yetişebilsin. Birini hallediyor, diğerine geçiyor. E bu fasıl da bi 15-20 dk suruyor. Sonra uyumaya devam. Ne kadar? En fazla yarım saat... Ne oldu? Acıktık! Hey yavrum hey...

Yeniden Giriş

Hep kendime ait bir bloğum olsun istedim; daha bu blog mevzuları ilk çıktığından bugune, pek çok kez heves ettiysem de daha isim mevzuunda sıkılıp terk ettim bu işleri. O kadar çok blog vardı ki, takip bile edemiyordum; o milyonların içinde kaybolup gidecek şeyler olmasın istedim; neticede insanlar okusunlar diye yazılıyor diye duşunuyordum, tonla bloğun içinden kim ne yapsındı benim dandik yazılarımı... Fakat bir gun Psykhe'yle muhabbet sırasında şöyle şöyle bi bloğumuz olsun diye gaza gelip burayı açtık. Yine bir gaz açıldı, aylardır beklemede bu zevat burda; olmadı, olmuyor, olmayacak...

Bu aylar içinde belki de uzun zaman sonra, sırf unutmamak adına bir şeyleri karalamanın uygun olacağı şeyler yaşadım. Bu defa birileri okusun diye değil; kendim dönup hatırlamak için yazacağım. E böyle olunca, daha bi' anlamlı olacak :D Umuyorum yani...

Neyse, yazasım var neticede, bu böyle bir giriş olsun, az sonra başlayacağım yazmaya...