Ankara, adını her duyuşumda burnumu sızlatacak bir isim. Beytepe’ye düştüğümde her türlü hastalıklı düşünceye açık, erken doğmuş bir bebektim, Beytepe bana kuvöz olmuştu; hemşirelerim dostlarım. Eryaman çocukluğum oldu, Sakarya ergenliğim. Ümitköy gençliğim, Çankaya yetişkinliğimdi.

Ankara’ya adım attığım an bir hiçtim; sık sık dile getirdiğim hayatıma sıfırdan başlayışım; geçmişime dair her şeyimi terk edişim… Bomboştum. Bu şehrin griliğine sarıldım uyurken, soğukluğunu örttüm üstüme. Bir şişe votka eşliğinde kazandım en iyi dostlarımdan birini, bir yurt odasındaki tahta masada içerken. Onlarla doldurdum boşluğumu, yeniden yarattık beni adım adım. İnce ince dokuduk. İnsanlar değişmez derler ya, belki bazı şeyler değişmez ama; geçmişinden biri seninle oturup çay içtiğinde seni tanıyamıyorsa yeterince değişmişsindir. Ankara benim evrimimdi, reenkarnasyonumdu.
Başka şehirlerde yaşayanlar, bilhassa İstanbul ve İzmirliler Ankaralının Ankara’ya düşkünlüğünü asla anlayamazlar. Bu yazıyı okusalar da bir nebze olsun anlamayacaklar biliyorum. Bu yazım zaten Ankara’ya benim, Ankaralıya. Bu gri kentin doğal bir güzelliği yok evet; bir Boğaz’ı, bir Kordon’u yok, şahane bir manzarası yok dışarıdan bakan için. Bu şehir soğuk, bu şehir gri, bu şehir yabani. İşte tüm bunlar onu güzel kılar. Boğaz’da kiminle oturduğun önemli değildir çünkü; Kordon’da kiminle içtiğin, Bornova’da kiminle sabahladığın. Güzel bir yemeği nerede yediğinin bir önemi yoktur; ama kuru bir ekmeği, demli bir çayı güzel yapan kiminle sofraya oturduğundur. Ankara’da doya doya bakacağınız bir şey yok, bu yüzden konuşurken gözlerinin içine bakarsınız insanların. Ankara insanı neden hemen ısınmaz biliyor musunuz? Gözlerinizin ardındaki gerçek sizi hemen görür o. Alışık değilsinizdir siz buna, biz sizi sözlerinizden değil gözlerinizden okuruz. Renkli muhabbetleriniz, eğlenceli aktiviteleriniz sizi birbirinize yaklaştırır belki, biziyse bakışlar. Siz bakışlarınızı kaçırdıkça dünyanın en mükemmel tablosunu da çizseniz sözlerinizle, Ankaralı yabancı gibi davranır size. Ve bir Ankaralı sizinle aynı masada oturup suratınıza bakmıyorsa bilin ki yeterince bakmış, göreceğini görmüştür. İşte bu kenti güzel kılan, o bozkırın sertliğidir. Gündüz kavururken gece buz kesmesidir. Her an tetikte tutuşudur. İnsanını da kendine benzetir. Bu şehir, insansız çekilmez, bu yüzden her karesinde başka birinin, başka bir anınızın sıcaklığını görürsünüz. “Tüm bunları x şehrinde de yapıyorum ki ben” diyebilirsiniz belki, afedersiniz ama nah yapıyorsunuz derim ben de size. Dedim ya, anlayamayacaksınız, bu yazım Ankaralıya…
Bu mevsimde o beton dediğiniz şehre yağan kar, gökyüzünü kıpkırmızı yapıyor, karın kokusunu çekiyorsunuz içinize. Burnunuzdan ciğerlerinize dolan kar havasında bir sigara içmek, sıcak bir yer bulup dostlarınızla çay içmek. Camdan dışarıda yağan kara bakmak belki zevkli olabilir yalnızsanız; ama karşınızda beresiyle, atkısıyla, eldiveniyle oturan kişinin görebileceğiniz tek yeri suratıdır, gözleridir, dudaklarıdır. Ankaralı güzel bakar adamım; renkli gözleri olmasa da… Ankaralı güzel konuşur.
İlkbahar’da yine güzeldir, yazın yine güzeldir, sonbaharda tadından yenmez… Sonbahar bu şehrin karakterini en iyi göz önüne seren mevsimdir bence. Tek tek anlatmak lüzumsuz; yaşayan zaten bilir, yaşamayan benim kalemimle anlamaz.
2009’da apar topar terk ettim orayı, yeniden başlamak için. Ama hayır bu kez geride bırakamadım yaşadıklarımı; İzmir’e bir hiç olarak gelmiştim, içimi dolduran şey İzmir olmadı, Ankara özlemi oldu. Demiştim ya yazımın başında, “Beytepe’de doğdum ben” diye, Çubuk yaşlılığım oldu, Hamamönü’nde öldüm ben.
Ps. Video için Ahmet Mızrak'a teşekkürler.