15 Aralık 2010 Çarşamba

17.08


Seni ölümsüz kılan ruhun değil, duaların değil, Tanrı’n hiç değil.

Kelimelerin, hatıraların, dostların, değil; çocukların değil. Seni ölümsüz kılan şarkılar değil, kıyafetlerin değil, kokun değil. Bir kadeh sek votka mı? Asla! Seni ölümsüz kılan bir çift küpe, bir gümüş kolye değil, vücudumdaki bir yara izi olması mümkün değil. Bir manzara değil seni ölümsüz kılan, bir ağaca kazıdığın adın, yürüdüğün yollar, oturduğun koltuk, yattığın mezar değil. Mezarının üstünde açan çiçek değil, onu oraya diken adam, su veren eller değil! O mermerdeki siyah mürekkep deği

l!

Seni ölümsüz kılan benim be kadın benim!


Vura vura duvarları

kırmızıya boyadığım kafamın içindeki beynim seni ölümsüz kılan! Hamur gibi yoğurduğun düşüncelerim seni ölümsüz kılan! Bitiremediğim kanımı pompalayan kalbim! İlk defa ikisi bir konuda uzlaştı net: “Sen ölemezsin...". Ne varsa senin öldüğüne delalet, onun düşmanıdır benim beynim; sınırlar koyar, almaz onları içeri. Kafatasım bunun için var. Bunu sen de böyle kabullensen iyi olur, seni ölümsüz kılan benim ve sen beni öldürmeden ölemezsin!

14 Aralık 2010 Salı

Hepsi Sana: Ankara

Ankara, adını her duyuşumda burnumu sızlatacak bir isim. Beytepe’ye düştüğümde her türlü hastalıklı düşünceye açık, erken doğmuş bir bebektim, Beytepe bana kuvöz olmuştu; hemşirelerim dostlarım. Eryaman çocukluğum oldu, Sakarya ergenliğim. Ümitköy gençliğim, Çankaya yetişkinliğimdi.

Ankara’ya adım attığım an bir hiçtim; sık sık dile getirdiğim hayatıma sıfırdan başlayışım; geçmişime dair her şeyimi terk edişim… Bomboştum. Bu şehrin griliğine sarıldım uyurken, soğukluğunu örttüm üstüme. Bir şişe votka eşliğinde kazandım en iyi dostlarımdan birini, bir yurt odasındaki tahta masada içerken. Onlarla doldurdum boşluğumu, yeniden yarattık beni adım adım. İnce ince dokuduk. İnsanlar değişmez derler ya, belki bazı şeyler değişmez ama; geçmişinden biri seninle oturup çay içtiğinde seni tanıyamıyorsa yeterince değişmişsindir. Ankara benim evrimimdi, reenkarnasyonumdu.

Başka şehirlerde yaşayanlar, bilhassa İstanbul ve İzmirliler Ankaralının Ankara’ya düşkünlüğünü asla anlayamazlar. Bu yazıyı okusalar da bir nebze olsun anlamayacaklar biliyorum. Bu yazım zaten Ankara’ya benim, Ankaralıya. Bu gri kentin doğal bir güzelliği yok evet; bir Boğaz’ı, bir Kordon’u yok, şahane bir manzarası yok dışarıdan bakan için. Bu şehir soğuk, bu şehir gri, bu şehir yabani. İşte tüm bunlar onu güzel kılar. Boğaz’da kiminle oturduğun önemli değildir çünkü; Kordon’da kiminle içtiğin, Bornova’da kiminle sabahladığın. Güzel bir yemeği nerede yediğinin bir önemi yoktur; ama kuru bir ekmeği, demli bir çayı güzel yapan kiminle sofraya oturduğundur. Ankara’da doya doya bakacağınız bir şey yok, bu yüzden konuşurken gözlerinin içine bakarsınız insanların. Ankara insanı neden hemen ısınmaz biliyor musunuz? Gözlerinizin ardındaki gerçek sizi hemen görür o. Alışık değilsinizdir siz buna, biz sizi sözlerinizden değil gözlerinizden okuruz. Renkli muhabbetleriniz, eğlenceli aktiviteleriniz sizi birbirinize yaklaştırır belki, biziyse bakışlar. Siz bakışlarınızı kaçırdıkça dünyanın en mükemmel tablosunu da çizseniz sözlerinizle, Ankaralı yabancı gibi davranır size. Ve bir Ankaralı sizinle aynı masada oturup suratınıza bakmıyorsa bilin ki yeterince bakmış, göreceğini görmüştür. İşte bu kenti güzel kılan, o bozkırın sertliğidir. Gündüz kavururken gece buz kesmesidir. Her an tetikte tutuşudur. İnsanını da kendine benzetir. Bu şehir, insansız çekilmez, bu yüzden her karesinde başka birinin, başka bir anınızın sıcaklığını görürsünüz. “Tüm bunları x şehrinde de yapıyorum ki ben” diyebilirsiniz belki, afedersiniz ama nah yapıyorsunuz derim ben de size. Dedim ya, anlayamayacaksınız, bu yazım Ankaralıya…

Bu mevsimde o beton dediğiniz şehre yağan kar, gökyüzünü kıpkırmızı yapıyor, karın kokusunu çekiyorsunuz içinize. Burnunuzdan ciğerlerinize dolan kar havasında bir sigara içmek, sıcak bir yer bulup dostlarınızla çay içmek. Camdan dışarıda yağan kara bakmak belki zevkli olabilir yalnızsanız; ama karşınızda beresiyle, atkısıyla, eldiveniyle oturan kişinin görebileceğiniz tek yeri suratıdır, gözleridir, dudaklarıdır. Ankaralı güzel bakar adamım; renkli gözleri olmasa da… Ankaralı güzel konuşur.

İlkbahar’da yine güzeldir, yazın yine güzeldir, sonbaharda tadından yenmez… Sonbahar bu şehrin karakterini en iyi göz önüne seren mevsimdir bence. Tek tek anlatmak lüzumsuz; yaşayan zaten bilir, yaşamayan benim kalemimle anlamaz.

2009’da apar topar terk ettim orayı, yeniden başlamak için. Ama hayır bu kez geride bırakamadım yaşadıklarımı; İzmir’e bir hiç olarak gelmiştim, içimi dolduran şey İzmir olmadı, Ankara özlemi oldu. Demiştim ya yazımın başında, “Beytepe’de doğdum ben” diye, Çubuk yaşlılığım oldu, Hamamönü’nde öldüm ben.


Ps. Video için Ahmet Mızrak'a teşekkürler.

12 Aralık 2010 Pazar

Seni Ölümsüz Kılamadım...


Kimsenin vazgeçilmez olmadığını söylemiş miydim daha önce. Elbette!

Biri sizden vazgeçtiğinde bu sizin bir nebze olsun umrunuzdaysa, dönüp "Ben nerede hata yaptım?" diyin önce telefona sarılıp kavga çıkarmak yerine. Zira o görüşme sizin son şansınız. Hayır belki o kişiyi geri kazanamayacaksınız, hele benim gibi biriyse neredeyse imkansız. Ama o telefona sarılıp ağzınıza geleni saymadan önce bir düşünün: siz nerede hata yaptınız?

Karşınızdaki kişi elbette hata yapmış olabilir. Bunlara kafa yormayın. Ama şunu bilin, genelde hatalar karşılıklıdır. Siz bir hata yaparsınız, o bir hata yapar, siz, o, siz, o... Bomba patladığında bombayı patlatan düzeneği kendinizden başlayarak çözmeye başlayın. Siz kendinizi ne kadar hatalı görürseniz, karşınızdaki de kendi hatalarını görmeye başlayacaktır.

Son görüşme son şansınız demiştim. Özür dilemek için son şansınız, ölümsüz kılınabilmek için son şansınız. Kendi hatalarınızı görerek, özür dileyerek yapılan bir son görüşme; ona da hatalarını görmesi için fırsat verecektir. Unutmayın, siz ne kadar sağlam vurursanız vurun; karşınızdakinin "guard"ı o kadar gelişecektir. Çünkü ilk siz vurmuyorsunuz o yumruk gibi sözleri. Daha önce başkaları vurdu oralardan.

Bir ring hayal edin şimdi; iki boksör çıkıyor, hakem işaretini veriyor, gong çalıyor. İki boksör de hazır durumda; biri vurup indirmek, can yakmak, nakavt etmek, kazanan olmak istiyor. Diğeri ringe zorla çıkarılmış. Nakavt olsa bile emin olun ilk yumrukta nakavt olacak, sırf ringden çekilmek için. Siz ya çok iyi savunan biriyle karşılaşıyorsunuz, ya da kendini savunmayacak biriyle. Derken boksörlerden biri kendi kendini yumruklamaya başlıyor. Emin olun karşınıza ilk yumruğunuzla nakavt olmaya hevesli ya da kendini iyi savunup sizi yorup dövüşü en az hasarla atlatacak bu sert adam afallayacak ve "guard"ını indirecektir. Belki "Ne yapıyorsun sen?" diye ellerinizi tutacaktır, kendinize zarar vermenizi engelleyecektir. Bunu bir düşünün, bu rakibinizi boş verin ama bundan sonra belki işinize yarar.